17 Ocak 2015 Cumartesi

umre günlüğü


Öyle diyor ihtiyar:

18 sene muhtarlık yaptım, kimsenin burnu kanamadı.
Uzakta olduğundan ya da konuşmalara kendini veremediğinden, anlamayan arkadaş soruyor:
“Ne dedi? “ diye soruyor Mehmet Ali.
“18 sene şeriflik yapmış, kimse kurşunlanmamış, dedi “diyor tanımadığım arkadaş.
“Nerede yapmış şerifliği?”
“Şeriflik nerede yapılır? Tabi ki kasabada.” Diyor tanımadığım arkadaş.
“Hangi kasabada?” diye ekliyor Mehmet Ali.
“Teksasda. “

-------------------------------------------------------------------------------------

14 Ekim 2006, saat 12.00'de Maraş'tan çıkış. Gece, uçakla Adana/İstanbul. Çeşitli şehirlerden gelenler İstanbul havaalanında birleşiyor. Gecenin bir vaktinde sahur yemeği için kanepelerde toplanıyoruz. İçine ailelerimizin kokusu sindiği azıkları açıyoruz. Yani herkes kendi marifetini ortaya döküyor. Şimdi, Antakyal’ıların dolmasından uzatıyor elini. Dolma, birkaç lokmada mideme inse de acısını sonradan hissedeceğim. Midem tamamiyle bozulacak. İki kez uçakta tuvalete gitsem de ve her birinin akabinde abdest alsam da bu bana zor gelmeyecek. Neticede şöyle düşünüyorum: Uçak beni kutsal yöne doğru taşıyor ve abdestsiz uçamam.
Aklıma tarifi güç olanlar geliyor.


İstanbul havaalanında 9 saat bekleyiş.
Havaalanının mescidinde ihrama giriyoruz. İhramdan önce sahur yemeği yiyoruz.

----------------------------------------------------------------------------

1.GÜN

15 Ekim

Mekke.


Kutsal kent.

Öğle vakti dahil oluyoruz. Önce yerleşiyoruz. İhramlarımızla dinlenmeden mescidi Haram'a giriyoruz.
Yorgunluk.

Tavafta iyice yorulduğumu hissettim.
Say'dayız.
Adımlarımı taşımakta her say sonrası daha da zorlanacağımı biliyorum. Benden yaşlı arkadaşım beni yüreklendiriyor. Üzerimdeki ağırlıkları taşıyor.
“Çantanı bana ver,” diyor.
Sonra elimdekileri de alıyor.
Gidişlerde ve dönüşlerde oturmalıyız diyorum arkadaşıma.

Akşamı (iftarı) yerleştiğimiz otelde eda ediyoruz. Şimdilerde düşünüyorum da; bu tercih ediş şeklini bir türlü kabullenmek zor.

TERAVİH

Heyecanlıyım. Nasıl heyecanlı olmam ö ki, Mekke'deki ilk teravihim bu.
Her taraf dolu.
Allah'ım bu ne kalabalık.
Arkadaşım önden gidiyor. Bana yer bulabilme gururunu taşıyarak ilerliyor.
Asansörlere yönlendiriliyoruz.

3. Kattayız.

İleriye doğru.
Yer bulabilme çabasındayız.

Bulduğumuz avuç içi kadar oturuyoruz.

Hani güneyde tek kubbe vardır, çoğu kere resimlerde, görüntülerde ön plana çıkar, işte ona yakın bir yerde kendimize yer buluyoruz.

İmam ağlamaklı.

İmam, o ağacın altından söz ediyor. Anlayabiliyorum. Kişi okunanları anladığında daha bir güzel oluyor ibadeti. Arkadaşıma da tercüme ediyorum namazdan sonra. "Gerçekten Allah (Hudeybiye'de) biat ettikleri zaman mü'minlerden razı oldu.

Kimileri feryatta.
‘Allah'ım ne güzel bir hava yakaladığım bu an gibi et bütün günlerimi?’

----------------------------------

2. Gün

16 Ekim:


Sabah namazından sonra ortalık sakinleşti. Dünya milletleri,(kim bilir) sabaha kadar uyumazlığın sonunda yatmaya çekilince oldu bu.

Arkadaşımla yatmaya gitme yerine tavafı tercih ediyoruz.
Ne güzel bir tercih yaptık diyorum Mehmet Ali'ye.

'Sendeki iştah beni gönendiriyor,' diyorum.
O gülüyor.

2. bir tavaf için hazırlık yapıyor.
Ne demeliyim, diyor bana.
Başlarken; şöyle demelisin, diyorum ona.
Hani, Hz. Adem ilk tavafından sonra gururlanmıştı. Tavrı meleklere miydi? Belki.

Melekler ona;
Biz iki bin sene önce burayı tavaf ettik demişlerdi.
Adem baba, meleklere: 'Tavaf ederken ne demiştiniz,' diye sormuştu da,
'Sübhanallah'i velhamdülillahi vela ilahe illahu vallahu ekber, dedik' demişlerdi.

Babamız buna;
'Le havle vela kuvvete illabillah.'i eklemişti.

Arkadaşıma bunları da anlattım.
O, 2. tavafa gidince, ben uzun bir namaza başladım.
Geldiğinde namazım henüz bitmemişti.
'Kabenin gölgesinde tesbih namazı kılmak ne hoş,' demişti.

Sabah tavaftan sonra Haram'ı çevreleyen alanı gezmek, yapılması gerekenleri, bilgide zayıf ve tecrübe sahibi olmayan arkadaşıma anlatmak mutluluk verici.
Dinlenmek için çevrili alanın güney-batısındaki merdivenlerde oturuyoruz. Tavaf edenler bize uzak değil. Buraya oturmaya gelmedik dercesine ikimiz de kalkıyoruz. Arkadaşım, tavafa yönelirken, tavafım öneminin üstün olduğunu bilen ben yine de uzun sürecek bir namazı tercih ediyorum.

Akşamdan kaldığı belli olan terkedilmiş boş vaaz kürsüsünü sürte edinerek namazıma başlıyorum. Namazım, ne kadar uzun sürerse değeri o kadar artar. Bunun bilincinyim. Namaz arasında kürsünye dayalı bırakılmış pardesü dikkatimi çekiyor. Burada dikkat celbeden elbette bununla sınırlı değil.

Ebeveyni tarafından bırakılan iki kardeş çocuk sürekli bana bakıyor. Namazda bile çocukların bakışları beni kuşatıyor. Tavırlarını unutmak mümkün değil.
Ebeveynlerinin gecikmesi onları ağlamaklı duruma düşürüyor.
Çocuklar ne de hoş. Kız olanı erkekten büyük. Erkek ağlamaklı gözlerle ablasına beni işaret ediyor. Annem nerede diyor sonra. Ebeveynlerinin gecikmesi, onlardaki umutu azar azar eritiyor. Umutsuzluk başlıyor. Umutsuzluk yerini telaşa bırakıyor.


Yakınımda üç temizlik işçisi var. Yanlarına sokuluyorum.
Sadaka-i Fıtır onlara nasip oluyor.
Ailemin fitresi.
'Ülkemizdekinden, diyorum M. Ali'ye yüz bin kat öndeyiz.'

-------------

2. gün, yine aynı hatayı yapıyoruz. Allah'ım sayılı günler için geldik sana neden bu hataları yaptık? Orucumuzu seninle açıp, namazı evinde kılsak ne güzeldi?
2. gün, teravihi ilk günde kıldığımız yere yakın bir yerdeyiz.

Önce mescide saygı diyorum arkadaşıma. İki rekat ile yetineceğe benzemiyor. Uzatıyor. Kıldıkça kılıyor.

Daha teravihe bir saata yakın var. O, her taraf doldu, diyor.
Mescide saygıda kusur etmiyor.

İmam yine ağlamaklı.
Ayetlerin anlamı beni alıp götürüyor.

----------------------------------------------------------------------------------

3.gün

17 ekim 



Bir yanda teravih için saf bağlayanlar, diğer yanda tavaf edenler. Hani Türkiyede iken Salih Hocayla tartışmamız neticesi (teravih mi, tavaf mı konusunda ?) tavaf her zaman yapılabilir, kaçmaz ama teravihin kazası yok, düşüncesinden sonra teravih kılma ağır basmıştı. Ama burada hiçbir şey niyet edildiği gibi olmuyor.
Kişinin sanki iradesi alınıyor.

Kaderinde ne varsa (ana kitapta yazılı olan) o vukuu buluyor.

Teravihin 1. safında bulunmak elbette beni gönendiriyor. Ancak 2 rekat kılabiliyorum. Selamda polis safı dağıttı ve kendimi tavaf edenler arasında buldum.

İlk defa sessiz tavaf yapıyorum. Bir şey okumadan yapılan tavaf olur mu diyesi geliyor insanın? Yalnızca okunanları dinliyorum. Beynim imamın okuduklarını çözümlemekle meşgulken ayaklarım Haram'ı dolanıyor. Haram'ın merkezinden çıkan hararet, yanan binler, ağlayan çocuklar, üzerimizde dönen kuşlar… Ama huzurluyum, ama sakinlik, ama sessizlik. En huzurlu tavafım. İmamın uzun okuyuşunu dinleme ile ona katılma, Yaratıcının sözlerini tekrarlama. Ayetlerin anlamını çözme.

Tavaf uzun sürüyor.

Saf durumu almalıyız, almalıyız çünkü Teheccüd saati yakın. Teheccüd namazı için,
Beyt-i Atik'in batısında, kendimi 4.safta buluyorum. İmamla karşıkarşıyayız. İlk safta olsam ne var? İlk safta olamamak kıldığım uzunca süren 2 rekat boyunca beynimi kemiriyor.

Aman Allah'ım, 1.saftayım.

Polis, tavaf yerinin rahatlığı gerekçesiyle önümdeki 3 safı kaldırınca şavtına devam edenler önümden geçmeye başladı.
1. Safta olmak, başka bir deyişle Allah'ın evi ile (tafav edenler hariç ) arada bir engel olmadan namaz kılmak ne iyi.

Küçük çocuklar babalarının omzunda. Küçüklerin ablaları annelerin elinde. Uzaklardan çocuk ağlamaları geliyor.

Ne huzur verici ?

Teravihten daha mı huzurlu? Her rekatta 3 cüz okunuyor. Teravihin ruku ve secdelerinde 3 tesbihat söylemek mümkünken, bunda 7 tesbihat, bir o kadar zaman da dua edebilmek mümkün?

*

Sabah olmak üzere.

-------------------------------------------------------------------------------

3. GÜN

Teravih için yer bulmak hayli zor.
Saatler öncesinden dahil olmak gerekir.

----------------------------------------------

Bir elin parmakları kadar kaldı oruç gecelerinin bitmesine. Ağlamak gerektiğini biliyorum mübareğim gidişine. Ama gerçekten ağlamak gerek. Yüzeysel değil hiç bir şey.

Burada hiçbir şey niyet edildiği gibi değil. Herşey kendi isteğinin dışında gelişiyor. Kalabalığı yararak, saatler önce ibadet mahalline varıyorsun. Teravih başlıyor. Oh, ne güzel, Beytullah'ın metrelerle ifade edilebilecek kadar yakınında teravih kılıyorum diye düşünürken polis, buranın tavaf mahalli olması gerekçesi ile namaz saflarının 3'ünü (iptal ediyor) dağıtıyor. Hafıflanıyorsun. "1. safta teravi kılıyordum, ama bundan alıkondum. İradem dışında alıkondum." Başka bir ibadete geçiyorsun. Düşününce, sevabı kat kat fazla olan ibadette olması insanı mutlulandırıyor. Sünnet namaz ibadetinden, tavaf ibadetine. Elbette hoş.
Sessiz bir tavaf yapıyorum.
Okunanları dinlemek daha önemli diye düşünüyorum.
En huzurlu tavaflarımdan biri.
İmamın uzun okuyuşunu dinleme (Yaratıcının sözlerini tekrarlama. Aman yarabbi, tevbe. Bütün sözlerini tasdik etme imkanı ver bana. İrademi öyle genişlet ki, yasalarının dışına çıkmak nasip olmasın.) ile yetinmenin anlamını neden daha önce bilemedim?

Tavafın değerinin fazlalığını bildiğimiz halde neden teravihi ya da teheccüdü tercih ederiz? Cevap: tavaf kaçmaz. Ama hayır, tavafı farz namaz hariç hiç bir şey kesemez.

-------------------------------------------------------------------------------

4.GÜN (18 Ekim, çarşamba)


Öğle.

Merve Safa arasında ama Merve'ye daha yakın bir yerde kendime yer buluyorum.

Arkadaşımı kaybetmedim. Hayır, yaptığımız ibadetin huzurunu alalım diye bir birimizden ayrıldık.

İkindi oluyor.

Namazdayız.

Yanımdaki genç düşüyor.
Namaz sonrası soruyorum:
'Sık mı olur?' diyorum düşüşünü kasdederek.
'Hayır, diyor genç, ilk defa oluyor.'
O da bana soruyor:
'Abdestim bozuldu mu?'
'Kendini kaydettiysen, 'evet' ' diyorum.

Tam önümüzde açık ve net görüldüğü halde Kabe'ye baktığımdan gencin burada muayene olup, namazın sonuna yetiştiğini göremiyorum.
'Tansiyonuna baktırsaydın?'
'Baktırdım,' diyor o.
'Nerede'
Tam önümüzdeki 'Hilali Ahmer' yazılı mekanı gösteriyor.
'Acaba namazım.' Diye söyleniyor.
'Kendini kaybettin mi?'
'Evet.'

Zor bir fetva, Allah'ın evinde bu soruya cevap vermekten Allah'a sığınırım.

--------------------------------------------

Akşam.

Yaklaşık bir saat öncesinden Ebu Cehil tuvaletleri ile Bab'ı Selam arasında oturuyorum. Kalabalık gittikçe artıyor. Bir yandan yaklaşmakta olan iftarı düşünürker, diğer yandan teravihi düşünüyorum. Sonra teheccüdü. Keza, bu gece değerli bir gece.

---------------------------------------------

Kadir gecesi.

Yatsı.

Tavafta ezan okunuyor.

Teravih kılacağım, diye niyet ediyorsun. Çünkü tavaf her zaman yapılır, diye düşünüyorsun. Bilmiyorum bu düşünce doğru mu?

Ama öyle değil. Kişi isteğinin dışında, iradesinin ötesinde hareket ediyor. İlk defa anladım ki, kimi anlarda kişinin iradesi alınıyor: Kaderin cilvesi devreye giriyor.
Öyle kalabalık ki, değil istediğin gibi hareket etmek, yaptığın tavaf için 2 rekat namaz kılmak bile mümkün değil.

Mekke halkı ve yakın köyler, ilçeler halkı doldurmuş her tarafı.

"Sanırım yakın illerden de gelenler oldu," diyor biri.

"Muhakkak."

"Yoksa bu kalabalık neden?"

Tavaftan sonra teravih kılacak yer arıyorum. Nafile. Müezzin Çardağı derler hani.... kendime oralarda yer bulurum, diyorum. Nafile. Herkes yerini tutmuş. Buralarda hiç yer bulunur mu? İşi gücü olmayanlar da burada. Arkadaşlarla buluşma yeri burası. Nedense Ali Erdemoğlu'nun bir yıl önceki sözleri aklıma geliyor. Ali, buralardan uzak dururmuş. İlkin yadırgansa da sonraları Ali'yi anlamak imkansız değil. En iyisi mi, huzur bulabilmesi için kişinin buralardan uzak durması gerek. O tecrübeliydi. Tecrübesi sınırlı değildi. Ramazı burada geçirip… Ramazan, zilkade ve Zilhicce aylarında burayı ziyaret elbette anlatılamaz. Ama… Ama diyence arkadaşım bir tuhaf bakıyor.
Aması ne der gibi.
Açıklıyorum:
Hak, diyorum, başkasının hakkına tecavüz değil mi?
İbadette sınır olmaz, diyor.
Kişi daha önce yasal yollardan hacca gelmişti. Haccını yaptı. Ne güzel. İkinci sene yasadışı yollara başvurdu.
'Vurabilir,' diyor.
'Hayır vuramaz.'
'Neden,' diyor.

'Nedeni; buranın kapasitesi sayılı. Diyelim, 4 milyon olsun. O yasadışı yolları seçmekle 4 milyon 1. oldu. Ve izdihama sebep oldu. Onlarca kişi öldü.

'Bu, kaçaklar olmasa ölüm olmayacak mıydı? '
'Takdir.' Diyorum.
Sonra ekliyorum: 'Levhi mahfuzda bu olay biliniyordu ve ana kitaba Allah tarafından yazılıyor.'

Çevrili alanın dışındayım. Allah'ım ne de çoklar. Güneye doğru yönüm. İlerlemek zor. İleride erkekler, geride kadınlar ve çocuklar. Saf tutan insanlar.
Hastanenin önünde kendime yer bulabiliyorum.
Bu kadar zaman gezmekteyim (arayış içindeyim.) ama sadece bir rekattan mahrum kaldım.
Yetişemediğim ve uzun süren rekat.

Zaman ne de çabuk geçiyor. Teheccüde de aynı yerde başlayıp, Safa gerisinde (dışarda) vitri tamamlıyorum. Dua uzun sürüyor. Ağlanıyor. Çocuk ağlamaları artıyor, ötede Ebu Kubeys önünde sesler geliyor.

Bir tarafta tavaf yapanlar, gerisinde teravih için bağlanmış saflar.

Yine sessiz bir tavaf yapmanın huzurunu alıyorum.


----------------------------------------------------------------------------------


5. GÜN (19 Ekim)

Boğazım ağrıyor. Gribim. Burnum sürekli akıyor. Öyle önemli bir rahatsızlık hissetmiyorum.
Yine de hastaneye gitmeliyim. Otobüste gelirken bir Türk'le konuştum. Benden önce o söyledi. Hasta imiş. Hastalığı boğaz ağrısıyla başlamış. Hastaneye gitmiş.
Sonra sıranın imkansızlığından bahsetti. Ama dedi sonra, sıra tahminimden önce geldi. Muayene olmuş. İlaçları içince iyi olmuş.

Gece yatakta bu konu da meşgul etti zihnimi. Kafamdaki 1. konunun hastalık olduğunu iddia edemem. Hastalığım 2. planda kalıyor. Hastalıktan önce çok şey var yapılacak. Öyle anlar oluyor ki, hastalık aklıma bile gelmiyor.

Eğer bu hastalık, memlekette musallat olsaydı ölür ölür dirilirdim, yataklara girerdim. Geceleri yatamazdım, burnum kapanır, uyuyamazdım.

AKŞAM:

Her zaman olduğu gibi niyetim, teravih. Tavaf 2. aşamada kalıyor. Bu günlerde böyledir bende oluşan düşünce. Hem arkadaşım da söyledi (Salih Hoca) gelmeden önce. Ben sordum da söyledi o. Bu konudaki düşüncesini söyledi.
'Tavaf mı edelim, teravih mi?' diye sorunca.

'Tavaf kaçacak değil, ben olsam önce teravih, sonra tavaf,' demişti.

Bu düşüncelerle dolu bir kafa ile ilerliyorum. Niyetim, Beyti Atik'e yakın bir yerde (1, 2, 3, 4… saflarda )teravih kılmak. Mümkün mü ? Değil elbet., diye düşünürken kendimi Hicr'i İsmail'in arkasında, ilk safta buluyorum. Ne güzel. Yatsı namazı ve sonrasında teravih başladı. Teravihten yalnızca 2 rekat kılınca tavaf edenlerin çokluğu nedeniyle polis (değil elbet. Bu bir askeri ülke. Asker demeliyim.) safımızı bozuyor. Bozulan yalnız bizim saf değil. 2 saf daha var.
Harem'in içinde kalan rekatları tamamlarım diye düşünüyorum, ama nafile. Güneye doğru gidiyorum. Kalabalık gittikçe artıyor sanki. Harem'in dışında yer arıyorum. Saflar dolu. İğne atsan yere düşmez derler ya. Bu sözün doğruluğu burası için söylenmiş sanki. Evet muhakkak burası için söylenmiş. Hacda da bulundum. Son günler kalabalık olur, ama bu kadar değil. Şimdinin 2/3 ü kadar. (Üçte ikisi kadar.)

---------------------------------------------------------------------------

6. Gün (20 Ekim)

Tavafsız geçen bir gün. Neden böyle oldu bana?
Kutsal günlerin sonu. Her taraf dolu. (Artık bu kelimeden ben bile kanıksar oldum. Kutsal günleri değerlendirmek için Mekke'nin ilçelerinden, köylerinden ve uzak/yakın diğer yerleşim yerlerinden haliyle günübirlik gelenler olacak. Bundan daha doğal olanı düşünülemez.) Tünellerin ilerisinde, zemzem çeşmelerine, Abdulmuttalip dedenin evine varmadan bir yere yerleşiyorum. Burada yatsıyı eda edip, teravihi kılma niyeti taşıyorum. Kalabalık öylesine ki, namaz esnasında bile seccademin çiğnenmedik yeri kalmadı. Seccademi yeni yıkamıştım. Islaktı. Üzerine basılan yer çamura kesiyor. Keza gündüz yağmur yağdı. Ayakkabılı ve ayakkabısız, kirli ve temiz ayaklar seccademin üzerinden geçti. Namaz aralarında ne kadar seccademin ayaklar altına taşan kısmını geri geri çeksem de, solumdakinden azar işitip durdum.

Burada imamın sesi anlaşılmıyor. Olsun, yine de yer bulmanın sevincini taşıyorum.
Yanımdaki düşecekmiş gibi oluyor teravihte. İlerleyen rekatlarda adamın (kıyamda iken) sendelemesi artıyor. Bana dayanması var.

-------------------------------------------------------------------------------------

7. GÜN (21 Ekim )

ÖĞLE:


Genellikle öğle namazlarını Say alanının Kabe'yi gören tarafında, Safa'ya yakın bir yerde eda ederim. Bu alanda, diğer vakitleri kıldığım seyrek olur.

Öğle sonrası başlayan yağmur uzadı da gitti. Otelde idim. Şimşek sesleri ve sağnak yağmurun o bildik sesleri. Pencereyi döven şıvgınlar.

Maksadım dinlenmekti. Abdest hazırlıkları ve arkasından abdest beni pencereden yağmuru seyretmeyi engelledi.

İkindi yaklaşmakta.
Ama sağnaklar yeniden başladı.

Çantam omzumda sokaktayım.
Seller kesilmek bilmiyor. Karşıdan karşıya geçmek zor.
Bu kutsal iklime, senede 1, bazen de 2 defa yağan yağmur yağarmış. İşte 1'i bize rast geldi.

İkindi okunuyor. Henüz sokaktayım.
Otobüs bekliyorum.

İkindi okundu.
Hay şeytan! Her zaman sık sık gelen servisler neden gelmiyor.

Mahalle mescidinde mi kılsam acaba. Hayır, diyorum sonra. Haram'a yetişirim. Belki farza yetişirim. Gitmeliyim. Aman Allah'ım, servisler gelmiyor. İşte geliyor.

Son secdede yetişiyorum. Cuma namazı olsaydı kıldığım şayet, iş tamamdı. Yani yetişmiş sayılırdım.

Seccademi korkusuzca seriyorum çekilmiş sular üzerine.

İkindiye yetişememe acısını taşıyarak başlıyorum 1.rekata.

(Abdulhamit) dede'nin evinin aşağısında ferdi namaz kılıyorum.

Yağmur her tarafı yıkadı, bütün kötülükleri temizledi. Ebukubeys ağıdının hızlandırdı. Önceleri de ağlarmış ama kimsecikler bilmezmiş. İçten içe. Şimdilerde bunu açığa vurdu. Tünelin başlanğıcındaki bilinen gözyaşından güvercinler sulandı.
Kıralın sarayının önünde gözyaşları daha belirgin.

Mekke vadisi ve kara gözlüm.

Ebukubeys ağlar.

Ağlaması her zamankinden daha net ve güçlü.

Gözyaşlarından güvercinler sulanır.
Eteklerini indirmiş gülüm
Gülüm neden mahzunsun
Daha iki ay beklemeye gerek var (mı) eteklerini görmek için.

---

Arkadaşın dediğine göre, Mikat camiinin oralar sellemiş.
Senede 2 defa yağan yağmurun birini görmek bize nasip oldu.




Sakin bir görünüm var.
Ne havanın sıkleti, ne de dünkü kalabalık var? 40 dereceyi gösteren termometre 22'lere kadar indi.
Her yanı temizledi ve yıkadı.
İşçiler temizlik yapıyor içerde ve dışarıda.
Ne güzel!
Tavaf havası zannıyla tavafa dahil oluyorum. Kabe'nin çevresinde içe doğru girdikçe sıcaklığın arttığını yaşamak ihtimal dışı değil.

Ama hayret! Artık yukarılara çıkmaz, diye düşünürken yanıldığımı anlıyorum. Sıklet giderek artıyor. Akşam yaklaştığında 30 dereceyi buluyor. Her akşamki derece bu.

İftar yakın mı? Değil. İftarlık hurma çeşitleri dağıtılmaya başlandı. Bu gün erken başladı diye düşünürken, saatime bakıyorum. Evet iftar yakınmış. Kişilerdeki heyecan ve telaş boşuna değilmiş.

En azından 10 değişik ulusun insanlarını sayabilirim. Poşetlerindeki hurmaları ikram edecek birilerini arıyorlar. Arıyorlar çünkü buradaki insanlar doymuş insanlardır. Henüz iftar olmadı ama aç olan insan bulmak imkansız.

Ezan okunmak üzere.
Çantalar açıldı. Herkes maharetini döküyor. Hurmadan başka yiyecek çıkmıyor çantalardan.

Benim çantamda bir dilim ekmek var. Hani Haram'a girişte dağıtıyorlardı da almıştım. Şimdi düşünüyorum da, neden, niçin ve nasıl içeri geçirmişler ekmeği. Ve ben neden ve niçin almışım bu yasaklanan nimeti? Nimet yasaklanır mı? Yasaklanmaz elbet. Ama burada değil. Yaratıcı tarafından yasaklanan nimet Polis devletince aramaya tabi. 'Benim evimde, demiş Yaratıcı hurmadan ve zemzemden başka yiyecek yenmez.' İşte kural bu. Hayıflanıyorum. Bu kurala neden uymadım? Vah bana, yazıklar olsun. Tövbe Yarabbi! Affına muhtacım.' Demek taşıyor damarlarımdan. Hatamı (bilinçsizce geçirdiğim ekmeği)sağa uzatıyorum, benim ekmekten alan olmuyor. Sola uzatıyorum yine bir talipli bulmak ihtimal dışı. Ve ekmeği ben ısırıyorum. Ekmek boğazımda düğümleniyor. Zemzem içiyorum, hayır. Çantamdaki suyu çıkarıyorum, içiyorum, hayır.


-----------------------------------------------------------------------------------

8. Gün, 22 Ekim 
Mustafa amca Ordu'ludur.
Sanırım varlıklıdır, diyor, Mehmet Ali.

Sanırım 'ı fazladır, diyor arkadaşı. Arkadaşı dedimse kendi gibi yaşlı değil elbet. Kazım, Samsun'lu ve 30'unda. İlk defa gelmiş. Büyük bir amacı olduğunu söylüyor. O da Mehmet Ali gibi mobilya işiyle uğraşıyormuş. Mehmet Ali gibi tek değil de, hanımı ile gelmişler. M. Ali'nin dediğine göre o da ön hazırlık, yani hacca alt yapı oluşturma emelinde.

Kazım, Mustafa amcanın gıyabında varlığından bahsetti. 'Şu kadar fındık bahçem var. 'demiş Kazım'a.

M.Ali soruyor: Değeri nedir, diyor?

Yıllık geliri 40'a yakın olduğunu söylüyor.
Sonra ekliyor: Bir karı ve koca.

*

10 evim var İstanbul'da diyor, yaşlı adam.

Oğulları, kızları ve torunlarının toplamı bu kadarmış. Nerede istese orada kalırmış.
Hepsine ayrı ayrı hediye gerek diyor.

Unutulur mu? Bir gece karyolasının başucunda Kur'an-ı gördüm. Kaldırdım ve Mustafa amca bu nedir, dedim?

İmama götürecekmiş.
Sonra güzel bir de tespih aldı imama. Seccade de alacak oldu. Hayır, dedik, Türkiye'de daha iyisi var. O, illa buradan almak istedi.

Aldığı yiyecekleri her zaman 3 kişilik alır. Uyarırız onu. 'Bak Mustafa amca sen oruçlu iken yeriz zannıyla alıyorsun, ama yiyemeyeceğiz. Ekmekler artıyor. Dükülecek....'

Hanımı için 'koca karı 'der. ' Koca karı ancak bir çay yapabiliyor bana.' der. Bu sözüyle romatizma hastası olduğunu ima eder. Bu gibi gereksiz sözleri, (aslında gereksiz değil, ama bu iklimde gereksiz.) ' neden getirmediği' sorulunca söyler.

Mustafa amca, 83 yaşında yani 1340'lı.

Doğumunu öğrenince ilk defa sorum şu oldu:
'4 sene askerlik yaptın değil mi?'
O:
'Hayır,' deyince bakakalmışım.

'Hayır, dedi, 3 sene askerlik yaptım.'


1340'lıların bir kısmı 3 sene askerlik yapmışlar.

*

Çantamı rastgele yerlere bırakıyorum. Çantam, mescidin bir köşesinde beni beklerken, ben tavaf yapıyorum, namaz kılıyor, ibadet yapıyorum. Unutuyorum onun varlığını. Bize hep yanlış bilgiler verildi. Hani bir yere bırakılan eşya mutlak kaybolurdu? Ben 10 defa bıraktım, kaybolmadı. Kaybolmadı, zaman zaman da yer değiştirdi. Ya da kişi öyle sanıyor. Bıraktığı yeri karıştırıyor. İşte, rasgele çantamı bırakıp, tavaftan sonra ayni yerde bulmam, bani şu gerçeğe götürdü:'Burada, kimse kimsenin kuruşuna tenezzül etmez.'

İftarı, 2 defa Mehmet Ali ile bir defa yalnız başıma evde yapıyorum. Bir akşam evde yalnız iftar yaptım. İftardan sonra mahalle mescidine namaz için gittiğimde, henüz namaza başlamamışlardı. Saf yerlerindeki serili sofralardan bazıları henüz kaldırılmamıştı. Fazla yemeklerdi bunlar, yememem gereken yemeklerdi, yedim işte. Sonra o esmer kişilerin çoğunlukta olduğu mescide yemek artıklarının döküldüğünü gördüm. Kametle birlikte sofra toplandı.

Namaz bitiminde, dökülen taneler beni kahrettiler.

4 Akşamımı Haram'da geçirdim. Hastaneden su aldım her seferinde. Hastaneden suyu ılık olduğu için alıyorum. Şimdi çantamda su var. Bir de tamahlık ederek dağıtılanlardan aldığım ekmek parçası. Ekmek parçası o kadar küçük ki bir çocuk rahatlıkla yer ve doymaz. Sonra hurmalar. İftara yakın suyu ekmeği çıkarıyorum. Hurma, zemzem dağıtıcıları bir biriyle yarış yapıyor. Dağıtıcılardan aldığım 3 bardak zemzem, bir iki avuç kadar da hurma çeşitleri. Ve çantamdaki ekmek. Ezan okunuyor. Burada daha çabuk okunuyor gibi geliyor akşam ezanı.

------------------------------------------------------------------------------

23 EKİM:

Bu Gün Bayram

SABAH


Akşamdan tenbih edildi. Sabah namazını mahalle mescitlerinde, bayram namazını da tünel girişinde kılıp, hemen döneceğiz diye. Nedeni, garip bir açıklama idi. Efendim, izdiham olurmuşda, saat 10'a kadar kalabalıktan çıkmak mümkün olmazmış. Yani, 5 saatlik bir zamanda 200/300 metreyi çıkmak imkansızmış. Ya da şöyle diyelim: Bu zaman zarfında, Kabe-Efendimizin evi-tünel önlerine gelmek imkan dahilinde değilmiş. Bu açıklama bana inandırıcı gelmediğinden, konuşan kişilerde samimiyet bulmadığımdan için için güldüm.

Söylenenelerin birini de yapmayacaktım. Hani ulul-emre iteat gerekiyor ama… aması, için için güldüğüm adamları ulul-emir görmüyürüm. Başka bir deyişle inandırıcı bulmuyorum açıklamaları.

Gitmem gerekti. Gitmem gerekti çünkü vedamız yoktu.
Ve erkenden gidip, Tafav yapıp, Kabe düzlüğünde bayram namazı kılmayı hayelledim.
Sabah, bayram olduğu için teravih namazı ve teheccüd yoktu. Diğer gecelere nazaran oldukça erken yatağa düştük. Saat 23/24 gibi.

Hayalimi gerçekleştirmek üzere birkaç saat sonra kalktım. Uyandığımda ihtiyar (Mustafa amca ) yatağında yoktu. Nereye gider bu ihtiyar? Mustafa amca 83 yaşında. Ağır duyan, ayağı sağlam basamayan bir ihtiyar. Ağır duyar, dedim. Halbuki şöyle demeliydim: Söyleneni hep yanlış anlar. Belki de akşamki telkinleri ya hiç duymamış, ya da yanlış anlamıştır.

Düşündüğüm olmuştu.

---

İşte son görüşüm bu diye düşündüm. Evet Kabe'yi son görüşüm olacak. İleri, daha ileri gitmeliydim. Kalabalıkta ilerlemek kadar olmuyor. Azmeden biri için zor da olacağını sanmıyorum.

Şimdi Kabe düzlüğündeyim. Şükür ki, her şey yolunda gidiyor. Tavaf uzun sürüyor. O eskilerin 10/15 dakikaya sığdırılan tavafı yok artık. 50 dakika, belki 1 saat sürüyor. Sürsün, sen ecre bak.

Namaza duruyoruz.

5. veya 6. safta sabah namazı kılmak ne kadar mutlandırıcı.

Saflarda yer kapma sevdasında olan dünya Müslümanları cidallaşıyor. Cidallaşma sevdalısı insanlara burada da rastlamak mümkün diye düşünüyorum.

1 Saat 35 dakika yerimizde bekliyoruz ki, bayram namazı kılalım. Alışılmışın dışında olsa da çok tekbirli namaza ayak uyduruyorum.

Namaz sonrası, otelime doğru ilerleyişim, arada bir geriye dönüp bakışım vardı.

Veda olsun sana.

Oteldeyiz. Ayrılmamıza dakikalar var diye düşünüyorum.

Ekip başı (görevli) odalarda kontrolde.

"Mustafa amca nerede?"

"Henüz gelmedi."

"Nerede?"

"Bilmiyorum. Kalktığımızda yoktu."

Öğleye doğru Mustafa amca geliyor.
Ona ne yaptığını soruyoruz.
Anlatıyor. Erkenden kalkıyor. Umre yapıyorum düşüncesiyle guslediyor. İhramını giyiyor Kabe'ye dahil oluyor. Önce sabah namazı ve arkasından bayram namazını kılıyor. Daha bitmedi; sonra Sa'y yapıyor.



ÖĞLE / YOLCULUK

Hani saat, 10'da Medine'ye hareket edecektik?

12.05'te hareket ediyoruz.

Otobüsümüz, tünele giriyor. Tünel uzun sürmüyor. 3/5 dakika sonra Kabe'nin
Önce minareleri görünüyor. Sonra kendisi. Gözlerimizi, camdan uzatıyoruz. Ona son defa bakıyoruz. Kabe bizden uzaklaşıyor, sonra da minareleri. İlk önce görünen minareler en son uzaklaşıyor.

Otobüste tartışmalar başlıyor. Tartışmalar uzuyormuş gibi. Zincirinden kurtulan şeytanlar aramızda geziyor.

Otobüsler bir konvoy oluşturuyor.

Çölde, sıcak hissedilmiyor. Çöl, uzuyor. Uzaklardaki ağaçlar net görünüyor. Silik renkleri daha da yeşillenmiş. İlerledikçe ağaçların silik renkleri etrafa vuruyor.

Dinlenme yerlerindeki marketlerin ne de vecelerin pisliğini görüyoruz. Marketten aldığımız, Türk markasını taşıyan meyve suyu ile biskiü bize yetiyor.

16 Ocak 2015 Cuma

HAC GÜNLÜĞÜ

hac günlüğü



 




YOLCULUK 

Aslında iyi bir hazırlık yapmayı düşünüyordum.
Düşündüğüm; bazı kitaplar ve veriler vardır, bunları okumalıyım ve değerlendirmeliyim ve özet çıkararak, elimdeki özete göre hareket etmeliyim. Yani nerede ne yapılacak, nasıl hareket edilecek, bunlarla ilgili her şey elimin altında yani cebimde olmalıydı.

Hac için çağrılmamıza günler var düşüncesi ile işi ağırdan alıyordum.

Düşündüklerim olmadı.

Bir gün aniden yürü bakalım dediler.(Bayrama 35 gün kala.)
'Yürü bakalım' sözü düşüncelerime engel oldu. Sanki elim ayağıma dolaştı, nefsim yollar gösterdi, doğru olmayan ve gidilmesi yanlış olan yollar.

Çıkarmayı tahayyül ettiğim verilerin çak az bir kısmını alabildim cebime. Bu da uygulamayı düşündüklerimin az bir kısmını teşkil edebiliyordu.

Diyanet’in her hacı adayına verdiği kitaplardan;

• Kutsal İklimlerde Dua,
• Hac İlmihali
. Haccı Anlamak
İsimli kitaplardan yararlandım.

Uzaklardaki dostlarım ile helallaşmam zora girmişti. Telefon aracılığı ile bazılarına ulaşabildim. Heyecandan hatırımda tutamadığım, şeytanın unutturduğu da oldu.

Kutsal Mekana gideceklerin ihmal etmemesi gereken şeyler bunlar.
Yakınımda yaşayan arkadaşlarıma giderek helalaştım.
Üzerimde kul hakkının kalmamasını bildiğimden…

*


5 ARALIK 2005- UÇAK 


Yolumuz Medine’ye, yönümüz kıbleye. Kolla, geliyorum. İçimdeki heyacan kabarmak üzere.
Tahminimden daha çok sevdim uçak yolculuğunu. Bazı köyler, kasabalar, şehirler ve ülkeler geçiyoruz. Aşağıda dağlar. Ağaçlı olan dağlar, ilerledikçe yerini ağaçsız dağlara bırakıyor.

Uçak yolculuğumuz bitmek üzere.

Uçak inişte.

Kemerler yeniden bağlanmalı. F. nin beline de kemer.

İnmek üzereyiz.

Ama kalkıştaki gibi ne yeşil alan ne de ekin tarlaları görmek mümkün.
Çölde kara kara çadırlar ve çevresinde dolaşan çocuklar. Seyrek ağaçların gölgesinde keçiler ve develer. İleride, kara taşların arasına sığınan koyunlar.

Bir minare boyu kaldı yeryüzüne. Çantamdaki verileri çıkarıyorum. Sonra uzunca bir liste. Dostlarımın isimleri yazılı liste elimdeki. Okumalıyım, yadetmeliyim. “Yol bulup gelmelerini” dilemeliyim. Öyle de yapıyorum.

ÖĞLE SONRASI 

İçimizdeki heyecan alabildiğine diyor F.
Otobüsün en ön sırasına düşüyoruz biz.
Muavinle uzun uzun konuşuyoruz. O benim, ben de onun söylediklerini anlıyoruz. Muavin, 20 yaşlarında var yok. Muavin, sağımızda uzayan dağ silsilesini gösteriyor. “Cebeli Uhut” diyor sonra. Bu dağ, 20 yaşlarındaki Arap çocuğun“Cebeli Uhut” demesinden önce bizimle beraber uzanan herhangi bir dağ idi. Artık içimizdeki değerini her dakika artıran bir kutsallığa dönüştü.

Haram, diyen sesini duyuyorum, Arap olan fakat Suudlu olmayan çocuğun.
Eliyle doğu yönü gösteriyor ve Mescid'i Haram sözlerini sürdürüyor.
Doğuya bakıyorum. Peygamber Mescid'inin önce minareleri, sonra kendisi, benim hayal gücümün ötesinde beliriyor. Neden bu yaşa kadar ki hayallerimde, nazarımdaki Mescid'i tam anlamıyla hayal edip, gözümde şekillendiremedim? Hayıflanıyorum. Arap çocuğun sordukları havada kaldı. Mescid'e yaklaştıkça diyeceklerimi unutuyorum. Gözlerim Mescid'in önünde uzanan dönümlerce alanda.

Demek Efendimizin Haram'ı da burası. Haram hakkındaki bilgilerimi yokluyorum; kendisi ve içindekilerin kutsal sayıldığı yer. Burada, kuşlar ve hayvanlar avlanamaz, kan dökülmesine izin verilmez, buraya sığınan suçlu bile güvende olur.

İKİNDİ ÖNCESİ

Allah’ım neredeyim ben?

Yakınındaki otele yerleşiyoruz, ama gözlerim Haram’da (Peygamber Mescid'inde). Daha ne zaman kavuşacağız, diyor arkadaşım. Önce gusül, diyorum, abdest alacağız, namaz ve Mescid.

"Ben gideceğim, bir an önce kavuşmalıyım."
"Önce, yapılması gerekenler," diyor biri.
"Ben abdestliyim," diye itiraz edecek oluyor, ben gideceğim diyen.
"Olsun, yine de yeni abdest. "

Önümde Alirıza, arkada Mustafa, Erdihan, Turan ve ileride de Aziz. Arkadaşlarımın her biri bir yerde. Buraya ilk defa gelen insanlar gibi onlar da şaşkın.
Herkes kendi kendine soruyor; 'Neredeyim ben?'

Peygamber Mescidindeyiz.

Öpülesi topraklar.
Ama toprak bulmak zor.
Efendimizin izleri, Ashabın sonra. Ama bulmak zor.

"İlk namazımız ikindi oldu," diyor biri.
"Hayır, ben öğleyi de burada kıldım."
"Ama," diyor, önceki arkadaş. "Havaalanında kılmadım, bir saat gecikme ile burada kıldım," diye ekliyor sonraki.

"İşte buralar olmalı," diyor arkadaşım. Ne diyorsun? Ne arıyorsun?
"Ashabın yaşadığı yerleri."
"Bulamazsın."

Ne, o zaman ki topraklardan eser kalmış, ne Ashabın gölgesinde dinlendiği ağaçlardan, ne de su içilecek kuyulardan.
"Olsun," diyor içimizden biri, "yine de aradıklarımız, üzerini tepelediğimiz mermerlerin altında, benim niyetim, hayallerim onların izi üzerinden yürümek."


*

6 ARALIK 2005- PEYGAMBER MESCİDİ 


24 saat gözümü yummadım. Arkasından gece, 3 saat uyku. Yetti de. Sabah namazına kalkmamı sağlayan görünmez güç.

Medine, Mekke'ye göre hem hava şartları, hem de otel ve ibadet imkanlarıyla daha rahat... Hacıların kaldığı evler daha iyi. Genellikle odalarda daha az kişi kalıyor... Dini yerlerde de daha rahat ibadet ediyor.

Hz. Peygamberin kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebi ve ve çevresi, özellikle namaz vakitleri gerçekten çok kalabalık oluyor. Buraya girişte Suudi yetkililer büyük güvenlik önlemleri alıyorlar. Elinizde paketle içeri girmenize izin vermiyorlar. Burası her namazdan sonra görevliler tarafından temizleniyor. Siz bir kenara
çekilip ibadetinizi rahatça yapabiliyorsunuz. Hacı adayları sabah namazından sonra otellerine dönüyorlar. Öğlen namazına yakın tekrar mescide gidip, yatsı namazına kadar kalıyorlar.

Sabah namazında dilini bildiklerim insanlardan yer vermelerini istiyorum. Biri sağa, öteki sola bağdaş kurmuş, arada boşluk. Kamet yapılıyor, yandaki gençlerin adımları arasındaki boşluk 50 sm.

Gerimde diğer Türk hacıları.
"Yer bulamadınız mı? diyorum onlara. Geliniz."

*

ÖĞLEDEN SONRA 

Toplu halde Cennet-i Baki'ye gidiyoruz. Araplar bu ismi kabul etmiyor, diyor Müftü.
Mezarlığı ( esmer toprak yığınları) kara taşlar kaplıyor. İşte mezar. Böyle olması mı gerekiyor mezarların? Hayır. Ama ihtişama da ruhsat vermiyor fakihlerimiz. "Acaba onların mezhebi bunu mu gerektiriyor," diyor topluluktan biri.
"Tabi," diyor başkanımız.

Cennet-Baki’nin yeri Efendimiz tarafından seçildi. Mescid'in doğusunda, güneş önce buraya doğar, önce ölenimizin üzerine...Sonra sağ olanımızın hatırı sorulur. İlk sakini, Osman bin Muaz oldu. Ne mutlu ona. Efendimiz mezarın uçlarına getirdiği ilk taşı koyarak, "Bu ahirete ilk gidenimizdir" dedi. Bu mezarlığa daha sonra vefat eden oğlu İbrahim ve peygamber ailesine mensup bir çok kişi defnedildi

Girişte Efendimizin 3 kızının mezarı. Halasının sonra. Hem halası, hem kaynanası.

*

MESCİD-İ KIBLETEYN

Uhut’u nazarın akabinde, Kuba’yı nazardan önce, Hendek’i göremeden, Kıbleteyn’de sevdiklerimi zikrediyorum.

İslam'ın ilk yıllarında namazlar, Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa'ya doğru kılınıyordu. Peygamber Efendimiz Kıble'nin Kâbe olmasını, yani namazların Kâbe'ye dönülerek kılınmasını çok arzu ediyor ve bu konuda Allah'tan gelecek emri bekliyordu. Hicretten 18 ay kadar sonra, Şaban ayının 15. günü (Berat Kandilinde) Hz. Peygamber'e, inen âyet-i kerimeden sonra, Hz. Peygamber, namazı bozmadan hemen Kâbe istikametine döndü, cemaat de saflarıyla birlikte döndüler. Böylece Kudüs'e doğru başlanan namazın son iki rekatı Kâbe'ye yönelerek tamamlandı. İşte bu bakımdan bu mescide Mescid-i Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid) denir.


*

KUBA MESCİDİ 

Peygamberimiz Hz. Muhammed, Mekke'den Medine'ye hicret ederken, Medine'ye 5 km. mesafede bulunan Kuba'da 14 gün kalmıştı. Bu süre içinde Peygamberimiz orada bir mescid inşa etti ve burada namaz kıldı. İslâm âleminde cemaatle namaz kılınmak için yapılan ilk mescid budur.

*

UHUT


Ey Uhut, seni kim sevmez ki!

Hele görüpte, seni sevmemek olur mu?

Seni dünya gözü ile görene ne mutlu.

UHUD ŞEHİTLİĞİ

Uhud, Medine'nin 5 km. kadar kuzeyinde bir dağın adıdır.
Medine'ye uğrayan müslümanların ziyaret ettiği yerlerin başında geliyor.
Keza Efendimizin amcası ve şehidlerin efendisi Hz. Hamza ve 70 Sahabe'nin kabirleri burada bulunmaktadır.


Ayneyn Tepesindeyiz.

Afgan, Malezyalı, Hindu, Pakistanlı, Endenozyalı, Filipinli, Nijeryalı, Türk vs.. dünya milletlerinin doldurduğu tepe. Hepimiz Ashabın mezarlarına bakıyoruz. Savaşı canlandırıyoruz gözümüzde.

Müslümanlar Bedir’de zafer kazanmışlardı.
Bu nasıl olurdu?
Kazanmamalıydılar? (Müşriklerin görüşü)
Ebu Süfyan 3 bin kişi topladı. Kadınları da ordu ile getirmeliydi ki, ordunun bahanesi kalmamalıydı.

Rasulullah Ashabını topladı. Medine’de kalıp, düşmanı çekmek, çoluk çocuğu evlerde muhafaza edip, damların üzerinden oklar atıp düşmanı bunaltmak mı?
Yoksa düşmanı, Medine dışında karşılamak mı?

Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu Bedir’e katılamayanlar yanıp tutuşuyordu.
Savunma savaşından ziyade, "düşmanla Uhut’ta karşılaşalım," fikri oylamada çoğunluğu sağladı.

Rasulullah’ın düşüncesine ters düşen bu fikri onaylamak elbette onu üzecekti.
Çünkü o rüyasını bile görmüştü:
Zırhını giyip döndüğünde toplulukta çalkantı gördü.
Üzmüşlerdi onu.
“Yoksa gücendirdik mi?”
Tabii gücendirdiniz.
“Ey Allah’ın Rasulu, isterseniz Medine’de kalıp, savunma yapalım.”
“Bir Peygamber zırhını giydikten sonra düşmanla onun arasında Allah hükmünü verinceye kadar çıkarmaz.” dedi.

Böylece onlara bir peygamberlik dersi veriyordu.
O bütün olacakları rüyasında görmüştü; Kılıcının ağzında kırıklar, bir öküzün kesildiğini ve elini kuvvetli bir zırha soktuğunu görmüştü.

Kuvvetli zırhı Medine’de kalmak olarak yorumlamıştı.
Ashap sordu: “Ey Allah’ın Peygamberi, kılıcındaki kırıkları nasıl tevil edersiniz.?”
Bundan hoşlanmadığını söyledikten sonra,
“Ailemden birinin ölmesi olarak, tevil ettim.”dedi.

“Ya öküzün kesilmesini..?”
“Ashabımdan bir kitlenin öldürülmesi olarak.”

Bazıları derler ki;
Allah Rasulü rüyasında bir koçun arkasından gitti. Bunu da düşman reisi olarak yorumladı. Kılıç darbesi aldı, bunu da, dudağının yarılması ve dişinin kırılması olarak yorumladılar.

Namaz kıldırsın diye Ümmü Mektum’un oğlunu bırakarak 1000 kişiyle ilerledi.
Uhut’a yaklaşmışlardı ki münafıkların reisi Abdullah bin Ubey ordunun 1/3’ünü kandırarak geri çekildi.

Ansardan bir gurup müttefikleri Yahudilerden yardım istemeyi düşündüklerini söylediler. "Hayır, dedi Efendimiz, bu imanla küfür savaşı."

İslam ordusu 700 kişi. 50' si süvari. Okçuların başına Abdullah İbn-i Cübeyr’i bırakarak tepeye yerleştirdi. İki cenah var. Okçular, her ne olursa olsun tepeden ayrılmayacak.

Düşman 200'ü süvari olmak üzere 3000 kişi.

Okçuları tepeye, Efendimiz isteği üzere dizildiler. “Savaş aleyhimize cerayan etse de, lehimize cerayan etse de buradan ayrılmak yok.”denildi onlara.

İlerliyen saatlarda Müslümanların lehine cerayan eden savaş sonrası müşrik ordularının kaçışına şahit olan okçular, tepeden savaş alanına doğru çözüldüler. Yalnız kalan reis ne yapsın?

Müşrik kumandan Halit Bin Velid yapacağını yaptı.

Öldürülen 23 düşman askerine karşı, 70 kişi şehit.

İbni ishak derki; o gün imtihan ve tecrübe günü idi. Düşman darbe vurdu. Allah o gün Müslümanlara şehitlik ikram etti. Düşman Resulullah’a kadar yaklaşmaya bile yol buldu. Ona taşlar atıldı, isabet eden taşlardan biri, dudağını yardı, yüzünü yaraladı ve dişini kırdı. Ashap dağıldı. Medine’ye ve Uhut’a kaçanlar oldu.

Efendimiz: “Ey Allah’ın kulları, ben buradayım, ben buradayım, bana gelin,” diye kaçanları topladı.

Uhut’ta müşriklerden Ebu Azze el Cumuhi’den başkası esir alınmadı. Aynı kişi Bedir'de de esir alınmış, bir daha Müslümanlara karşı savaşmamak şartıyla, fidyesiz serbest bırakılmıştı.

Uhut gününde serbets kalabilmek için yalvardı. Efendimize, “ beni kızlarıma bağışla,” dedi.

Efendimiz;
“Mü’min kişi aynı delikten iki defa ısırılmaz,” dedi.

Efendimiz yaralı oldukları halde Ebu Süfyan ve adamlarının peşine düştüler. Maksat korku vermek.

Düşman, Müslümanların güçlerini kırdıklarını ama daha da hiddetlendirdiklerini, bunun yanında bazısı dışında orduya kumandanlık edebilecek kimseleri sağ bıraktıklarını biliyorlar ve birbirine itiraf ediyorlardı.

Babası, kardeşi ve kocası şehit edilen Beni Dinar’ dan bir kadın:
"Rasullallah ne oldu?" diye sordu.
"Ey falanın anası o iyidir, Allah’a hamd olsun, senin istediğin gibidir." dediler.
Kadın:
"Onu bana gösterin!" dedi.
Gösterildi.
Kadın:
"Senden başka her musibet küçük kalır." dedi.

İslam okçularının savaşı kazandık düşüncesi ile tepeyi terkinden sonra galibiyetin müşrikler lehine dönmesi ve başta Hz. Hazma olmak üzere şehit olan bahtlı Ashabın mezarı 50 metre ilerimde.

Tatlı iklim, bereketli toprak sende ey Medine. Deve sırtındaki yolculuktan bir günde zor çıkılır ovandan. Bol kuyu suların var. Elde edilen hurma mahsülünün evsafı yüksek, cineri çeşitli ve hasat büyük.

*

7 ARALIK

Gelişimizin 3. günündeyiz. Her saat kalabalık artıyor. Ravda'ya girmek ve Cennet Bahçesi'nde namaz kılmak zor artık diyorum Aziz’ze .

"Ben kılıyorum," diyor Aziz.
"Ne mutlu sana," diyorum.

Eğer yerinden kalkmadan bir sonraki vakti beklersen, olur. Ama böyle yapmak suç teşkil eder vicdanlarda.

Evet, diyorum suç, görünürde değil ama bunlar ahirette önümüze serilecek.
“Sen, sevap kazanma bahanesiyle, benim misafirime yer vermedin, sen şu kadar namazı Ravda’da (Cennet Bahçesi'nde ) kıldın da, misafirimin 2 rekatına izin vermedin. “ denirse, namazlarımız, kılmasına mani olduklarımıza verilirse ne yapabiliriz?

AKŞAM SONRASI
Yatsıyı beklerken ön saftaki Malezyalı gencin gözü bende. Ne istediğini anlıyorum. Sağımdaki zemzem fıçısından doldurduğum zemzemi uzatıyorum. Boşalan bardak bana gelirken onun mutlandığı beni sevindiriyor. Bir bardak ta Çin'liye. Afgan'lıya, Pakistan'lıya, Endenozya'lıya... Sunduğum her bardaktan sonra sevincim artıyor. Bunun ibadetten olduğunu biliyor ve zemzem dağıtma işini uzatıyorum.

200 dönüm büyüklüğü olan Mescid'in safları arasında zemzem suyu dolu bidonlar yer alıyor. Mescit’teki her sutüna yapılmış kitaplıklarda Kur’an'lar mevcut.

Bu geniş alan klima ile soğutuluyor. Bazı bölümlerin üzeri açılarak havalandırılması sağlanıyor.

*

GECE YARISINA DOĞRU MU ?

Keşke gece yarısı olsaydı, keşke sabahlara kadar kalma imkanımız olsaydı da, burada sabahlasaydık. Gece yarısından 1,5 saat önce kapanan Mescid güneşten 3 saat önce açılıyor.

Bana neden yemek yemediğimi, ya da az yemekle yetindiğimi soruyorlar.
Bilmiyorum; burada yemek niyetiyle oturduğum her yemek yiyebileceğimden kat kat fazla görünüyor gözüme. Bu oran, Mekke’de daha da artacak.

Kimileri hastalıktan olduğunu düşünse de, bence ruhtan gelen bir şey. Tarifi güç, hatta imkansız.

İçimde oynaşan duygular mevcut.
Bu, tarifi imkansız duyguları yemeği az yememe bağlıyor muyum? Acaba, diyorum artık sorulan her soruya. Her yaklaşımım da ‘acaba’ lı oluyor.

*

9 ARALIK 2005

Cuma namazını beklerken bir Afgan ihtiyarı neden bana bakıyor? Kulakları küpeli, uzun saçlı, genç hacılar hafızamda canlanıyor.

Arap veletleri çoğalıyor, evlatlar oluyor ve uzun elbiseleri ile saflar arasında geziniyorlar, oyun ile ibadet karışımı hareketlerini huşu, saygı, heyecanla konsantre olmuş safların dikkatini çekmiyor.

Akşam F. nin anlattıkları beni duygulandırdı: "Abdest alıyordum. Ayaklarımı yıkamada zorlanacaktım. Ulusunun Endonezya olduğundan emin olduğum bayan yaklaştı. Belli benim ayağımdaki şiş onu yardımıma çağırdı. Benim yaşlardaki bayan anne diyerek bana yaklaştı. Ayağımı elleriyle bir güzel kavradı. Suya götürdü ve çekti. Ovdu sonra. Bunu defalarca yaptı. Benim yeter hareketim onun gözlerini ışıttı. Meri, dedi sonra ve bıraktı."

"Aynı hanımı defalarca gördüm orada. Arkadaş olmuştuk. Cebimizdeki çerezleri paylaşıyorduk. Burnumu ellediği ve yüzümü okşadığı gün iyice baktım ona. İşaretleri ve konuşmalarından tusanamide bir çok yakınını kaybettiğini anlıyordum." diyor F.


10 ARALIK

Sabah namazından sonra dinlenmek niyetiyle uzandım. Perdeli alandan gelen sesler yumulan gözlerimi açıyor, hoş müzik sesi gibi. Bir an kendimi kaybediyor, bulunduğum mevkiinin dışındaymışım gibi geliyor bana. Kuş sesi, diyorum. Hayır kuş sesi olamaz. Arı uğultusu. Hayır, bu da değil. Çok hoş müzik.

Bu nedir, diyorum yanıbaşımdaki Türklere.
Dünya kadınlarının yakarışları (zikirleri) olduğunu onlardan önce anladım.
Uykusuz bedenim uykuyu aldı.

Daha önce olmayan bir ses;
Hangi millettensin, diyor.
İbrahim Milletindenim, dememe fırsat vermeden, ' sen İbrahim milletindensin ama İsmailoğullarından değilsin,' diyor.

Ses gözlerimi yummama fırsat vermiyor; 'Peki burada İshakoğullarından olan var mı?' diyor. Diyor ama beni dinlemeden kayboluyor. Kayboluşu, ileride görüşürüz, der gibi.

*

11 ARALIK 2005

Sabaha saatler kala Peygamber Mescid'indeyim. Yer bulmak imkansız gibi buralarda. En iyisi uzaklara gitmek, diye düşünürken saf kendiliğinden açılıyor, iki Endenozya’lı ayrılıyor.

70 dakikada 10 rekatı tamamlayamadım. Rekatlarda daha ağır olmalıyım. Ağır ve azaların serbest bırakılması sonrasında alınan feyiz elbette önemli. Doyumsaması sonra kalbin…

*

ÖĞLE

İçeri girmek güç. Selam kapısının 10 m. kadar batısında seccademi sererek 20 dakika sonra girecek öğle namazını beklemeye başladım. Bu saatte Mescid'e giriş namazı kılamasak ta, diğer mezhep mensuplarına övkünerek kılanlarımız mevcut. Bilmiyorum, burada müdehale edebilir miyiz? Diyorum hem vicdanıma, hem yanımdakine.
"Müdahale etsek te ne değişecek," diyor bizim Mezhepten olan.
Ve biri müdahale ediyor. Çok nazik:
"Hacım, diyor, onlar başka mezhepten, sen namaza durma!"
Değişen bir şey yok.
Kalan 15 dakikayı değerlendirmeliyim.

Tefekkür. Şöyle düşünüyorum: 'Efendimiz zamanında şurada birkaç ağaç ve bir kuyu vardı. Hz. Ali ağacın gölgesinde... '

*

Sabah namazının akabinde Peygamber Mescid'inin çevresini dolaşmalıyım. Aheste aheste. Dua ve zikir eşliğinde… 1 saatten ziyade sürüyor.

Şafağın aydınlığı git git ışıkları kovalıyor. Değişik ülkelerin hacıları erkekli kadınlı toplanıyor. Grupların başında görevli. Kendi lisanlarıyla adamlarına en iyi bilgiyi verme çabaları güden görevlileri. Guruplar yaklaştıkça rozetlerinden veya simalarından ulusunu anlayabildiğim insan gurupları binlerce metre karelik alanı dolduruyor.

Ravda önünde yüzler Yeşil Kubbe'ye dönük, eller Allah’a açık, yalvaran dudaklar ve samimi bakışlar. Önceleri tanıyamadığım bir gurubun el açarak yakarışları beni kendimden geçiriyor, perişan ediyor. Ben de ellerimi açıyorum. Genç erkek arada yüzünü öne ve arkaya çeviriyor. Sözleriyle (hareketleriyle) gurubunu yönlendiriyor ve el yazması duasını okuyor. Salli - Barik dualarının değişik versiyonunu duymak ne güzel! Nakaratlar ne hoş!

*

AKŞAM

Arkadaşımı bulamadım. Ravda'ya çok yakın otelimden adımlarım beni Mescide taşıdı.

*

GECE

İçimde oynaşan duygular mevcut.
Fısıltıları sonra. Bilmediklerimin fısıltılarını duyuyorum şimdi.
Bu, tarifi imkansız duygular beni üzmekten ziyade gönendiriyor. Her an benimle olmasını arzu ettiğim fısıltılar ve netleşen sesler duyuyorum.

Kalabalık azaldı, insanlar neden böyle? Ortalık sakin. An’ın ibadet zamanı olduğunu düşünenlerdensen de, böyle düşünen az.

‘Evet öyle’, dercesine başımı sallıyorum, ama demiyorum.

Cübbeli birine soruyorum

'İleride Ashab- ı Süffe var...'

'Var'
, diyor eşraftan olduğu herhalinden belli olan adam. Burayı defalarca ziyaret ettiği belli.

‘Bilen bilmeyene Kur’an öğretmiş burada, diye ekliyor cübbeli adam, yazmayı ve okumayı öğrenmiş Ashap. Savaşlarda alınan esirler Kur’an öğretme karşılığında salıverilmiş.’

Ayrıntılarıyla olmasa da bunları bilenlerdenim.
Çevremizde, konuştuklarımızı dinleme amacıyla oluşan küçük kalabalık içinden biri, cübbeli adamın sözlerini taaccubla karşılayanların varlığını tahmin edecek ki;

‘Ne güzel değil mi? ’diye onayda bulunuyor.

Güzel olduğu kadar da düşündürücü. Olayın, dünya tarihinde bir ilk olması durup düşünmesini gerektirir insana elbet.

Diğer dinlerin uygulaması: Alınan esirler öldürülürken ya da ağır işlerde çalıştırılırken İslam bu yolu seçiyor.

‘Şurası Hz. Ali’nin makamı. İbadet ettiği, yattığı, oturduğu ve dinlendiği yer. Bekar iken burada uyurdu. Bize düşen burayı değerlendirmek gerek. Henüz İran’lılar gelmedi. Yer bulabiliriz,’
 diye ekliyor adam, ben sormadan.

*

12 ARALIK

Ulusunu tahmin ettiğim 20-25 yaşlarındaki genç az duyulur bir sesle ama hıçkırıklarla ağlıyor.
Yanımdakine dönüyorum.

‘İndoneşya,’ diyor.

Ağıdı içten ve uzun sürüyor Endonezya’lının.

Bir Pakistanlı horlayan arkadaşını namaz için kaldırdı. Önceleri abdest alması için uyardı. Ama neden... diyecektim… Belki mezhepleri gereği uyudu düşüncesi ile Allah’a sığındım.

‘Aman Yarabbi sana sığınırım, senin misafirin hakkında hoş olmayan şeyler düşündüm. Gözlerini yuman bir kulunun abdest alması gerekliliğini…’

*

13 ARALIK 2005
Medine’de 40 vakit
tamamlanmak üzere.

İhram giyelim ve Peygamber Mescidindeki 40 ıncı vakitimizi ihramla kılalım diyorum Alirıza’ya.

Elveda Peygamber şehri. Üzerimizde 2 parça avludan başka bir şey yok. Sana doğru geliyoruz

*

HAC UMRESİ

Tırnaklar kesildi, temizlik ve güsül…
“Senin rızan için niyet ettim: Bana kolaylaştır ve benden kabul buyur.” Tüm niyetler bu kelimeler üzere. Şöyle demek geçiyor içimden: “Dünyanın şu kadar insanın içinde beni seçtin ve evine davet ettin. Beni sen ağırlıyorsun. Dilini bilmediğim dünya insanlarının arasında uzak bir memleketteyim. Bana görevimi kolaylaştır ve kabul buyur.”



MEKKE'YE DOĞRU

Arkadaşımla otobüsün ilk sırasındayız. Bizim otobanlarımızdan hiç te geri kalmaz bu yollar.Yol ne kadar güzel olsa da otobüsün hızlı gitmesine engeller var. 10 saat kadar sürecek yolculuğuzda kadınlar mutat giysileri içinde ama ihramdalar. Alışık olmadığımız levhalar bize bay bay ediyor yol boyunca. Neden daha önceki gelenler bunları bana anlatmadı?

Hani bizim yollarımızda; ‘dikkat heyalan var, okul var, yaya çıkabilir…vs.’ Uyarıcı levhalar var. Onlarda,
Bunların yerine, yolculuk boyunca,‘Allah’ı zikretmenin tüm çeşitleri hatırlatılarak sürüyor. Bize yardımcı olmak babından yapmamız gerekeni onlar yapıyor.


AKŞAM

Yaklaşık on saat süren yolculuğumuzda otobüsün ilk sırasında olmanın tarif edilemez mutluğunu taşıyoruz arkadaşımla.

*

MEKKE

Bize Haram’ını göster.

GECE

Haram’ı görmek elbet güzel ama henüz göremedik. Mekke şehrine girdik ama kenar mahalledeki evimize doğru gidiyoruz. Geldik.

Haram’ı görmek ne güzel. Hz. Adem (as.)‘ın Anamızla Arafat’ta buluşmasından sonra tavaf ettiği, Hz.İbrahim (as.)’ın emir gereği bina edip, bizleri çağırdığı kutsal mabet. 'İşte geldim Allah’ım. Buyur. Sana söz vermiştim Emrindeyim. Övgü Sanadır.'

Artık niyetlerim değişmeli, diyorum, bu sözü sesli söylemişim ki yanımdaki,
Ne niyeti ?diyor.
Namaz niyeti, diyorum ona, namaz kılacakken ve ibadetlerim öncesi yapacağım niyetler.
Niyet değişmez, diyor.
'Bak gör, nasıl değişirmiş. Şöyle derim:” Allah’ım, dünya Müslümanları ile beraber vaktin namazını kılmağa….”
Ya nafile kılarken…
“Allah’ım dünya Müslümanlarının arasında evinin gölgesinde namaz kılmağa niyet ettim.

Ya ibadetlerde..!

“ Allah’ım dünya Müslümanlarının arasına sıkışarak okuyacağım sözlerini kabul buyur.”

*

Gurubumuz ilerledi. Onlara yetişmek imkansız. Niçin geldik buraya? Sakin sakin ibadete mi, şeytanın adımlarına uyup acele ederek işleri karma karış etmeye mi?
Gurubumuzdan ikimiz kaldık F. İle. Çantamdaki kitapçığımı çıkararak dinin koyduğu kurallara uymaya çalıştım. “ İbadet, Allah nasıl emretti ise, elçisi nasıl gösterdi ise öyle yapılır.”

Umre tavafımızı tamamladık.

Safa'dayız.

İşte burada arkadaşımla ahitleşiyoruz. Akşama kadar ayrı yerlerde olacağız. Gece giderken Safa Tepesi önünde 333 nolu sutunun gerisinde buluşacağız.

Dünya insanlarının Haram'a dahil olurken gözlerindeki sevinci yaşıyoruz. Bir dünya insanı... Küçük oğlu kucağında, büyük oğlunun elinden tutuyor ve ilerlemesi için hanımına işaret ediyor. İki çocuk ta ihramlı. Küçük çocuk bize bakıyor. İri gözlerindeki neşe karışımı heyacanı görmek mümkün. Çocuklar yaptıklarının bilincinde olmasalar da, ne için burada oldukları ebeveyni tarafından öğretilmiştir.

İhramdan kurtulmak kuşluk vaktini buluyor.

*

14 ARALIK

Sıcaklık ve yolculuk sonrası kim ne derse desin bana çok hoş gelen bir yere geldik. Düşüncesi hakim. Arkadaşıma göre de öyle. O da benim düşüncelerimi paylaşıyor. Günden güne anladım ki herkes benim gibi düşünüyor. Organisyonun bozuk olması onları da caydıramamış.

*

15 ARALIK

Bekir hocay’la karşılaşmak ta varmış. Onun, 'hadi tavafa,' sözlerine benim; ' bu günkü istihkakım tamam,' diye cevap vermemdeki fatamı ilerleyen günlerin kalabalık taşıdığını görünce anladım.

*

16 ARALIK

En sevdiğim dostumdu o. Telefon ediyor. Sabah ki telefonuna ancak namazların bitiminde gelebiliyorum. İyi de oldu, o da benim gibi.

*

17 ARALIK 

"Hazır olun ziyaretlere gidilecek dendi."
 70 dakika bekletildik. Boş..

Nihayet yola çıktık.

Sevr dağı eteklerinde ikindi oldu. Bir ok atımı uzaktaki mescitten kamet sesi geldiği halde, biz otobüsleri tercih ettik. Güneş batmadan önce Arafat’ta daşlar üstünde ferdi olarak namazlarımızı kılıyoruz. Abdesti olmayanlar hiç kılamayacak.

Kafilemiz Hıra eteklerinde.

Dağa heyacanla ama uzaktan bakıyoruz.

Böylesi de güzel.
Güzel ve hoş bir duygu.

Hıra eteklerinde akşam oluyor. Sağdaki ve soldaki mescitlerin minaresi bizleri davet ediyor.

Davate icabet gerekir düşüncesiyle mescide doğru ilerledim.

Cemaattayım.
Beni takibeden 1 kişi var.
Ama kafilemizi taşıyan beş otobüs içindeki insanlarla mescid yerine oteli tercih ediyor. 6. otobüs beni arıyor. Kayboldu sanıyorlar beni. Yine de bekliyorlar. Ama ben namazdayım. Namaz bitiyor ve otobüsteyim. Epeyi söz duyuyorum. Çünkü otobüsü bekleten olduğumdan ben suçluyum. Görevli öne geçiyor ve eline mikrofonu alıyor; “46 Kişinin hakkı var sende, diğer otobüsleri kaybettik. Onlar şimdiye otele vardılar. Biz yolumuzu da bulamıyoruz. Şöforümüz Mekkeli olmadığından yolları bilemiyor… Otobüetekiler nazarında suçlu olan ben içimden seviniyorum, oh ne iyi, ‘yolumuzu kaybettiren gizli gücün varlığına hamdetmek aklıma geliyor mu, o an bunu bilemiyorum ama sevincim artarak sürüyor.

Şimdi, otobüs bizi otele doğru taşıyor. Ne ilginç, şoför acemi (yabancı) olduğundan otobüsümüz yolunu kaybediyor. Haram'a doğru yöneliyoruz. Yatsıdan önce Haram’a giriyoruz. Kafilemizi taşıyan diğer 5 otobüsteki insanlar otellere dinlenmeyi tercih ederken bizim otobüsün yolcuları yatsıyı Haram’da kılıyor.

ÖNEMLİ 

Eğer, benim gecikme olayım vuku bulmasaydı yatsı namazını, bir çoklarımız Haram yerine mahalle mescidlerinde veya otelde kılacaktı.

*

23 ARALIK 

Sabah, Ebu Talib'in evinin önünde toplanıyoruz.
Buradan görünmese de gerimizdeki Haram’ın varlığı ihtişamını içimize taşıyor, sağımızda ve 50 metre kadar ilerimizde Ebu Kubeys üzgün ama uyanık. Yarım top sahası kadar kısmı kesilerek Cemarat'a giden yol için tüneller açılmış. Oyulan bedeninin tam ortasında nemler mevcut. Buralarda su damarlarının olduğu belli. Uçuşan kuşlar buralarda sulanıp Ebu Talib'in evi önündeki yemlerine dönüyorlar. Dağın burasının üzeri boş. Kabe’yi gören kısmına kral sarayını kondurmuş. Bir değil, birkaç saray. Bir zamanlar buralarda Osmanlı’nın eseri olan kalenin mevcutiyetini resimlerden biliyoruz. Dağın sağında, Kabe'nin batısında 2 gökdelenin inşası sürüyor. 40 katının tamamlanmış olduğunu söylüyorlar.

Kabe’ye uzaklığı 100 metreden yakın. Kabe’nin dörtbir yanında da bu uzaklıkta kurulu oteller. Tüm bünlar, ortada, çukurda kalan Kabe’nin kalbine sokulmuş bir hançer. 30 yıl öncesinde, Osmanlı eserlerinin gerilerine Fransız mimarisi kullanarak genişletilmiş. Kabe, 13 metreyi geçmeyen yüksekliği ile çevredeki tüm yapılardan daha (sanki) yüksek ve ihtişamlı.

Çocukluk yıllarında Efendimizi barındıran bu ev kim bilir kaç kere restore edilerek şimdiki şeklini aldı ?

Şimdi, 6 Gurubun birleşmesinden oluşan 296 kişi kafilemiz eksiksiz gibi. Görevliler bazı şeyler anlatıyor. Beytullah ve çevresi hakkında verilen bilgiler yetersiz. Bunun içindir ki zaman zaman başka kafile toplantılarını tercih ediyorum.

Geride bıraktığım ömrümde, Hac ve farizasını atlayarak okudum kitapları. Sebebi: Kendimi fakir hissederek Hac hakkında etraflıca bir araştırmaya gerek duymadım. Kura çıkınca da zamanım olmadı okuyup, not almağa. Daha bir ay var derken bir gün işte gidiyoruz dendi, apar topar geldik.

Az sonra, Cin Mescidi ve Cennetül Mualla ziyaret edilecek. Haram’ın 1 km. kadar uzağında, kapalı bir mescidin önünde duruyoruz. Burasının Cin Mescidi olduğu görevlilerce söyleniyor. Her nedense hakkında bilgi verilmek unutuluyor. Kafile daha ilerideki Mezarlığa doğru, her zamanki düzensizliğiyle dağılıyor. Göksun’lu arkadaşla mezarlığın duvarları gerisinden duamızı yapıyor, dönüyoruz. Haram’a doğru ilerlerken Cin Mescid'inin Haram’a yakın bir mescid olduğunu öğreniyoruz. İçeri girip dua yapmağa ihtiyacımız var, ama kapısının kapalı olması bizi üzüyor.

*

24 ARALIK 

Bir Afgan erkeği hışımla geçti. Aksi, kaba ve gelişmemiş diyebilir miyim? Her milletin var kaba, gelişmemiş insanı. Bu, mensup olduğu milleti bağlamaz. Çinli ile Pakistanlı bağdaş kurup oturmuşlar. Yaklaşan namaz için sana yer yok diye eziyet ediyorlarsa, o insanların davranışlarına bakarak uluslarına saygısız diyemezsin. Her ulus insanının artıları ve eksileri var. Müslüman ülke insanının, insanlara saygılısı fazla.

*

ÖĞLE 

Adam, arası yırtılmış poşet içine renkli biriç pilavı üzerine ayıkladığı tavuk butlarını sanki ben elinden alacakmışım gibi iştahla yiyor.

Namaza durmamızı fırsat bilen Arap çocuklar ellerindeki değneklerle sütunlardaki kuş yuvalarıyla oynuyorlar. Kuşların cik cik diye kaçması - belli ki - çocukları mutlu ediyor.

Altın oluğun karşısında bordruma giriyorum. Zemzem fıçısının yanındayım. Buralar daha sakin. Dinleniyorum. Adamlar geliyor. Öndeki, zemzem fıçısının önünde düşüyor. "Veli", diyor biri. Ama Veli dümdüz uzandı bile. Nefes alışları var bir Mersin'li olan bu hacının. Polis bana Kur'an veriyor "oku" diyor. Uzun bir adam geliyor sonra. Pakistanlı bu adam cep telefonuyla yerdekini muayene (telefonun ışığı ile gözlerine bakıyor.)ediyor. "Ölmüş" anlamında elini sallıyor.

AKŞAM

Türk, hacı kadınların arasına giren yabancı bir adam namaz için kendine yer bulma bahanesiyle kadınlara çıkışıyor. Adamın davranışları dikkatimi çekiyor. Adamın davranışlarını kuralsız olarak tasvir ediyorum. Adam sürekli ”Haram” diyor. Yani, 40 kadının içinde 1 erkek ve kadınların hareketi 'Haram'mış. Be adam burda kadınlar çoğunlukta değil mi?

Tartışmaya başkaları da dahil oluyor. “ kaldıracak, kendi oturacak.” diyor biri. Bence de böyle yapacak.

Tartışma itişmelerle ve hakaretlerle sona eriyor.

Bengaldeşli olduğunu öğrendiğim adam namaz sonrası sürekli ağladı. Ağıdı uzun sürdü. “Böylelerine yaklaşmak, dua istemek gerek” diye düşündüm ve adama baktım yerinde yoktu.

Bereketli bir gün. Haram’da kaldığım günlerin en faziletlisi. 7. Tavafım beni mutlu ediyor. Ekstradan bir şavt daha yaparak dünya Müslümanlarının tavırlarını izlemeliyim.

Yine böyle bir şavtım olacak. Ama ileride. O zaman insanları sayacağım. 40 kişi önümden, kırk kişi arkadan, kırk sağdan ve 40 soldan. Kimler ve nasıl tavırları?

*

YATSI SONRASI

Türkiye’den çıkalı 20 gün oldu. Ne çabuk? Günün son vaktini de verimli bir şekilde tamamlamanın huzuru içinde F. İle buluşma yerimize doğru ilerliyorum. F. Aynı noktada. Ne bir metre geride, ne bir metre ileride. Onun gözlerinde de aynı ruhu yakalamak mümkün.

“Bir saat daha kalalım.”
“Daha fazla kalabiliriz. Ortalık sakinleşsin.”
“3 Saat daha kalabiliriz, ancak otel odamdakiler uyurlarsa onları rahatsız ederim. İbadetim neye yarar?”

Yolları dolduran fakir insanlar ve çocukları.

"Ne olacak bu çocukların hali," diyor, arkadaşım
"Allah’ın dediği olacak," diyorum.
“Hacı baba.” diye geliyor çocuklar. (Nereden ve nasıl, niçin öğrendi bu çocuklar?)
Derken henüz konuşma bilmeyen bir kız çocuğu önümde peyda oluyor.

Sevdim.
O bana ben ona.
Bakışıyoruz.
Verdiğim paraya seviniyor. İleride kendini takip için bekleyen annesine koşuyor.
İleride bir kadın soyduğu portakalın kabuklarını orta yere atıyor.
“Olmaz böyle!” diyor benden önce biri.

*

SADAKA VERMEK 25 ARALIK 2005

Vakit namazlarının bir çoğunu Beytullah’ın düzlüğünde kılmak… İmamı görünebilir uzaklıkta olmak elbet güzel.

Arkadaşımı tavaf sonrası bir iki kez dönmeye razı ediyorum. “Bu tavafımızın şavtlarının dışında olacak, dünya insanlarını yakından, ibadet esnasında görmek elbette seni de meraklandırıyor.” 

O, annesinin kucağında tavaf eden çocuğu seviyor.

“Ne güzel çocuk?”
“Ama uyandırdın.”

Bir mağdur genç ellerini kullanarak sakat bedenini şavtlara taşıyor.

“Bu gençleri görünce daha çok duygulanıyorum, bizim çocuklar gözümde canlanıyor.” diyor arkadaşım.

*

26 ARALIK 2005 

Sabah namazından sonra Ebu Cehile gidiyorum. Milyonlar dağıldı. Ebu Talib’in evinin önündeki alan bir çiçek tarlası gibi rengarenk. Kişilerin yönleri, servis araçlarına, yiyecek satan dükkanlara doğru.
Gözlerim Haram’ın çevresinde tavaf edenler içinde arkadaşımı yakalayabilmek amacı ile seyrediyor. Arkadaşım, arkadaşları ile Tavafı tercih etti namaz kılma, Kur-an okuma yerine. Haram içindekilere dağılan 120 rahmetin 60 ını yakalama peşinde.

*

AKŞAM ÖNCESİ 

3 Kişiydiler. Burada her hacının ulusunu anlamak mümkün. Endonazya’lılar.

*

Safa ile Beytullah arasında bir yerde oturuyorum. yanımdaki arap bana fısıldıyor. Zayıf, hafif esmer biri. Türkiyeli olduğumu tahmin etti de, şehrimi soruyor. Yemenli olduğunu söyleyen adam konuşma da zorlanmıyor. Yeniden şehrimi sordu.
Söyledim. Birini sordu. Bir iş adamı. Tanıdığımı söyledim. Hasta olduğunu, 400 riyale ihtiyacı olduğunu söyledi. Anlaşılan beni zengin sandı. Açıklama yapmalıyım diye düşündüm. Ve zengin olmadığımı söyledim.

*

27 ARALIK 

Bayrama 14 gün var. Kalabalık arttı. Milyonlarca insanlar ve sıcak. Sıcak, şikayet edilecek derecede değil. Gündüzleri 30 – 32 derece. Güneşin altında namaz kılmak mümkün. Özellikle namaz için sıcağı seçenler var. Ben de bunlardan sayılırım. Geceleri 24 – 26 derece arasında değişiyor. Nem olmadığından, esinti eksik olmadığından güzel bir ibadet imkanı. Aman Allah’ım, Geceleri Türkiye’de 24 derece sıcaklık olduğunda bunalır, kendimi balkona atardım.

*

ÖĞLE ÖNCESİ

Namaza 1 saat var. Kalabalık engel oluyor. İlerliyorum. Dünya insanları yolumu kesiyor. Haram’a girmeliyim. Kabeyi görerek namaz kılmalıyım. Görmeden kıldıklarımda sanki bir noksanlık hissi mevcut içimde. Bir çok kapı kapanmış.
Evet giriyorum. Merve Tepesine yakın bir merdiven altında öğleyi kılıyorum. Aman Yarabbi namaz bitmiş ama bilincinde değilim. Çevremden gülüşmeler. Gülüşmeler giderek artıyor ve kahkahaya dönüşüyor.

Başımı kaldırıyorum. Endonezya’ lı kadınlar tarafından kuşatıldığımı anlıyorum. Meğer bu merdiven altı kendilerinin buluşma yeriymiş. Bu nedenle gülmüş olabilirler bana. Ya da not almak için çantamdan kağet kalem çıkarmama...

Ben de gülüyor, sonra 2 metre kadar ilerliyor ve kendime yeni bir yer bularak ikindiyi bekliyorum.

Bazı günler oluyor ki, "evvahlar olsun! Günün namaz vakitlerini Beytullah’ın düzlüğünde kılamadım. Vahlar olsun bana!" diye hayıflanıyorum.

Bazı günler de oluyor ki, duam: "Niyetim oldu. Günün 5 vaktini Beytullah'ın düzlüğünde, hem de ileri saflarda kıldıran Allah’a hamdolsun. " şeklinde oluyor.


*


CEZA 


Tavaf sonrası sabah namazında imamın 10 saf kadar gerisindeyim. Ezan okundu, dünya Müslümanları hep bir noktaya, karşıya bakıyor. Kamet öncesi sessizlik. Ancak kimileri var ki bu sessizliği bozuyorlar. Tavafını bitiremeyenler kendilerine yer arama bahanesiyle safımızı delerek Çin'li arkadaşımla benim aramdan geçmek istiyorlar. Çin'li, bağdaş kurmuş. Kimsenin geçmesini istemiyor. Zorla geçmek istiyenlere de kaba kuvvet kullanarak düşürüyor. Ve bana kızgın, benim de aynı hareketi yapmamı istiyor. Çin'liye uyuyor ve 2 kişinin geçmesini engelliyorum.

"Aman Yarabb'i’ Tövbe Yarabb'i, ben ne yaptım? Senin misafirlerine senin evinde yer vermedim. Bagışla beni. Affet. Sen affedicisin."

Şimdi memnunum, çünkü 4 küçük ceza ile atlattım bu hatamı.
Bu Hareketimin Sonuçları:
1 – Çantamı tuvalette unutuyorum. Habeşli genç getiriyor.
2 – Bazı ziyaretleri kaçırıyorum.
3 - Öğleyi Beytullah'ı göremeden kılıyorum.
4 – Bedenimde kırıklar oluşuyor.

*

29 ARALIK 

Artık daha erken dahil olmalıyım Haram'a. Ki, içeri girebileyim.

Sabah namazından sonra otele gidiyoruz. Az dinlenme ve kahvaltı sonrası, yeniden Beytullah. Çantamdaki azığım var. Azık dedimse, bir plastik bardak dolusu tarhana ufağı, sayılabilecek kadar ceviz içi ve bir adet muz.
Üzerine, zemzem ve hurma.

Tarhanayı zemzem bardağında yemek...

Tavafı, dünya Müslümanlarının nidaları.. dillerinin farklı olması güzel kılıyor.

*

30 ARALIK 

Cuma namazı için içeri girmem imkansız. Haram’ın kapıları birer birer kapanıyor yüzümüze. Yüzüme kapanan bir kapıdan diğerine giderken düşünüyorum: Demek ki diyorum kendi kendime; bu kapıdan girebilecek dünya Müslümanlarının..

*

31 ARALIK 

Bu gün bildiklerimle gezmeliyim diye düşünmesem de, o günün, bu gün olduğunu hatırlamasam da, öyle farzederek yazmam gerek. Ahmet, diye bildiğim arkadaşla Haram dışında buluşuyoruz. Beni kaybetmesi dileğim. Keza yanlızlığı seviyorum burada. Sürekli arkamdaki adamı takip ediyorum, ama o beni kaybetmiyor asla. Kalabalıklarda takibi imkansız diye düşünsem de arkada işte. Adamın öldüğü yere doğru gidiyoruz. Azdırmalıyım, ama nasıl? Daha ileriye gitmeliyiz, diyorum kendime. Göz ucuyla arkama bakıyorum o arkamda. Azdırmak ve izimi kaybettirmenin imkansızlığı ile kıvranıyorum. Artık bu gibi şeyleri düşünmemek en iyisi. Mevcutu değerlendirmek.

İlk defa öğle yemeği yiyoruz. Ama yalnız olduğumda yemek düşünmezdim. Ekmek arası bir yumurta ve kola. Arkasından birlikte yaptığımız tavaf sonrası Kur'an okuyan 3 kişinin arasında kendimize yer buluyoruz. Tanışıyoruz. Yeni arkadaşlarımızın ulusunu simalarından tanıyoruz. Onlar da bizi. Zaten amblemiz mevcut. Genelde bizim ulusun Kuran bilmemesi sanılır diğer ulus insanlarnca. "Ben biliyorum," diyorum onlara. Muhammed seviniyor. Yanındaki raflardan bir Kur'an veriyor bana.

Ve yarış başlıyor. Bu adamlarla yarışmalıyım diye düşünüyorum. Yasin suresini bulmak uzun sürmüyor. Birincisi 1. sayfayı ezbere okudu. 2. 3 ve 4. sayfalar, 5.sayfadaki “bir de selam sözü var.” Bu ayeti Muhammed üç defa tekrar ediyor.

Demek ki tüm dünya Müslümanları aynı noktaları takip ediyor. Evet ben böyle düşünüyorum.

*


2 OCAK 2006

Bize hep yanlış bilgi verildi bizden önce hacca gidenler tarafından. Bazıları dedi ki, efendim Sevr Mağarasına şu kadar dakikada çıktım. Bazıları tarafından öncekilerin sözleri yalanlandı: ”hayır efendim, ben 1 saatte çıktım.” Önemli olan Mağaranın uzaklığı. Efendimiz ve beraberindeki Eba Bekr'in deve ile Mağaraya çıkışları. Görünen o ki, buraya, bilinen yoldan devenin çıkması imkansız gibi. Gerilerden çıkılabilir. Yani dağın Haram’a bakan tarafından değil de, zıddından. Şu anda bile burada deve mevcut.

Bekir Hoca ile beraber vuku bulacak yolculuğumuz öncesi satıcılardan boğazımız için gerekli olanları ihmal etmediğimiz gibi saatimin kronometresini de kurmayı ihmal etmiyorum.

Zorlu bir yolcululuk. Tırmanmamız uzun sürüyor. Yol boyunca (Yol dedimse karşılıklı iki kişinin yürüyebileceği ilkel zamanlarda yapılmış görünümü veren, sürekli dik olan basamaklar.) dilencilere rastlamak mümkün. İlerledikçe dilenciler yerlerini taş kırıcılara bırakıyor. Taş kırıcıların görevi, var olan yolu genişletmek. Ağır ağır çalışarak ücret karşılığı olmamaksızın yapılan çalışma. Bu adamlar çeşitli ülkelerin, özellikle de Afganistan ve Hindistan gençleri. Yani doğunun genç insanları. Kiminin elinde kazma, kiminde kürek, kiminin balyoz ve çivi, kiminde de Manila var. İki aletin bir kişide olduğu pek nadir. Bu gençler, yol yapımına devam ederken yanlarına bıraktıkları para toplama sergilerini gözetliyor. Bu sergiler karton kutulardan oluşuyor. İçlerine atılmış 3-5 riyalin yanında özellikle de birer Hindu parası var.

Dilenci kadınlar gibi vermeyenden defalarca istemiyorlar “veriniz “ dercesine boyun büküyorlar.

Bekir Hoca birine. ”Dönüşte bu taş kırılmış olacak.. sana para vereceğim diyor. Gerçekten de dönüşte o taşı kırılmış ve yerinin düzlenmiş olduğunu görüyoruz. Ama genç bizi ve vaadimizi unutmamış: Parasını alıyor.

Suudi devleti hiçbir ziyarete önem vermediği gibi buraya da önem vermiyor. Mezheplerince bu gibi yerlerin ziyaretlerini makbul saymıyorlar. Yolun girişine asılan tabeladan bunu anlamak mümkün. Çeşitli dillerde yazılmış tabelayı asmışlar. Özeti şöyle : “Ne Peygamberimiz, ne de Ashap tarafından buranın ziyareti söz konusu edilmemiştir…”

Sanırım çalışanlar mezkur devletten bir karşılık beklemek yarine, ziyaretçilerden karşılık bekliyorlar. Yolculuğumuz zorlu ve uzun sürecek gibi. Sabahın erken saatlerinde başladığımız yolculuğumuz dakikalarca uzuyor. Çıkanların çoğunluğu Türkler. Sanırım Türkler daha fazla ilgi duyuyor ziyarete diyorum Bekir Hoco’ya.

Kenarlardaki taşlar hep siyah. Taşlara beyaz boya ile yazılar yazılmış. Yazıların hemen hepsi Türkçe.

Yaşlı biri kan ter içinde ilerlemeye çalışıyor. Tacikistan’lı olduğunu söylüyor. Yaşını soruyorum. "Yetmiş," diyor. Bekir Hoca yaşlarında uşağı olduğunu söylüyor.

Hocanın arkadaşı gerilerden geliyor.

Yer yer dinlenme yerleri var, ama biz durmuyoruz. Durmuyoruz çünkü kronometremiz çalışıyor. Bir dinlenme yerinde iki rekat namaz kılıyorum. Kıblemde Haram görünmese de inşaatı devam eden gökdelenler görünüyor. Gökdelenler, Haram’ın kalbine sokulmuş hançer gibi. Allah’ın evi yönetim tarafından saldırıya uğramış. Kutsal dağ üzerindeki Osmanlı kalesi yıkılmış, yerine kral sarayları kondurulmuş. Bu yetmiyormuş gibi 3‘de gökdelen inşaatına devam. Haram’ın soluk alması iyice zorlaşmış.

2 saat 27 dakika diyorum Hocaya. 2.5 saat diyelim diyor o. Bu kadar zaman sürdü tırmanmamız.

Zirvede bir kaya üzerinde oturuyor, azığımızı açıyoruz.
"Menüde ne var," diyorum şakaca.
"Kola, bisküvi ve muz. "

2 Mağara var. Önce Şehre bakan mağaraya giriyoruz. O resimler çekiyor. Sonra da ben. İkinci mağara için sıraya geçiyoruz. Ama burası daha dar. İlerlememiz zor oluyor. Burada tanıdık biri geliyor. Hocaya
“Hocam hangisi?” diyor.

“Elbette Beytullah’a bakanı," diyor Hoca kısaca, taşların yönü bile Haram’a bakıyor.”

Yine kronometremizi kuruyor ve seri bir şekilde iniyoruz.

55 dakikada indik diyecek oluyorum.

Hayır diyor hoca, henüz inişimiz tamamlanmadı, şu kadar metre daha, tam 1 saat.

Öğleyi geçirdik, diye hayıflacak oluyorum.

O, daha sakin:

"Hayır geçirmedik, buralarda da kılmayacağız."

Haram'a gelmek için eski bir minübise biniyoruz. Yolcuların çoğu yabancı. Yabancı kadınlar poşetlere toprak almışlar.

Haram’da kendinin imamlığında kaçırdığımız öğle namazımızı kılıyoruz.

"100 bin katı aldık mı?" diyorum.

"İnşallah," diyor o.

*

GECE 

Bizlere hep yanlış olanlar anlatıla geldi. Yanlış olanlarla büyüdük, çocukluğumuzdan beri vurgulandı bunlar. Hacca gidenler, paralarını saklamak için gizli cepler diktirdiler. Kemerler aldılar. Bunlara gerek olmadığını varınca anladım. Omuz çantamı çıkardım, belli bir yere koymadan önce cep telefonumu da içine bıraktım. Saatlar sonra aldım.
Bir gün, 2 arkadaşım telefonlarının kaybolduğunu söylediler. "İyi düşünün" dedim onlara. İkinci gün unuttuklarını söylediler. Bir arkadaşım ayakkabısını kaybetmiş. Bıraktığı yeri bilemediğinden bulamadı. Diğeri çantasının bıraktığı yerde olmadığını anlayınca birkaç saat sonra yine yokluyor. Yerinde. İhtiyar, kalabalıkta parasını sayar ve heyecandan, çaldıracağım endişesinden cebi yerine parasını dışarı bırakır. Ve param çalındı der.

Hep bu anlattıklarımın gerisinde nadiren, ama çok nadir, olmaması gerekenler olabilir.

*

3 OCAK 2006, SALI

Medine’ye dahil olalı 4 hafta, Kutsal Mabed’i ilk görmemizin üzerinden de 3 hafta geçti. Kutsal Mabed'i görmezden önce Mekke’deki otelimize ilk geldiğimiz Salı gecesini gözlerimde canlandırıyorum da bu hayat nasıl çekilecek, sayılı günler nasıl bitecek dediğimi hatırlıyorum. Otelin ilkelliği, görevlilerin temizlik anlayışı… Hep bunlar ne de çabucak gerilerde kaldı. Her şey oldu bitti; Allah’ım sana binlerce hamd olsun.

Öğleden 1 saat önce Safa ile Merve arasından geçerek Beytullah’ı gören bir yere oturuyorum. Milliyetini bilmediğim ama Senagalli Süleyman diye nazarladığım genç ezberden Kur’an ayetlerini haykırdı. Yanındaki sütunda insanlar vardı. Sonradan öğrendim, burada Ümmühani halanın evi varmış. Miraç gecesi Efendimize Cebrail burada gelmiş.

Daha gerilere gidiyorum. Öğle namazı için ancak burada oturabilirim. Süleyman’da geliyor. Yanındaki yaşlı adam babası, kadın da annesi. Baba aralıksız Kur’an okudu. Zaman zaman anne kocasının yanlışını düzeltti.

Bunlar, yanındaki ihtiyarın dikkatini çekti. Namaz bitiminde Yasin suresini uzattığı kitaptan bulmasını istedi Senagal’liden. Gerçekten bu Kur-an’da herkes istediği yeri bulamaz.

İşte bu adamlar aynı noktada 2. bir namazı eda etmenin sevincini yaşıyorlardı.
İkindi sonrası ayrılık vaktinin geldiğini bilen Senagalli ayağa kalktı. Senagalli Süleyman’ın annesi, Ruandalı Rabia'ya sarıldı. Uzun bir sarılış. Süleyman’ın annesinin hafız olduğunu keşfeden Ruandalı kadın sarılışını uzattı. Ve yapmacık olmadığı belli olan vedalaşma sona eriyordu.

*

ÖĞLEDEN SONRA 

Safa'dayım. Yanıma yaklaşan 3 yaşlı (Türk) adam benden makas istiyor. Gözleri çantamda. Sanki çantamda muhakkak makas var düşüncesini taşıyorlar.

"Ne yapacaksınız?" diyorum.
"Saçımız," diyorlar.

Yeni gelmişler, ihramdan çıkmak istiyorlar.

"Olmaz," diyorum ben, makasla olacak iş değil bu. Saçınızın en az 1/4 'ünü kesmeniz gerek.

"Hayır," diyor onlar.

Neden Şafi Mezhebine mensup olduklarını düşünememişim?

Evet, diyorum sonra, 3 tel kesmeniz yeterli.

*


4 OCAK 2006 - ÇARŞAMBA / OTEL


Üzerlerinde "asansörlerimiz 5 kişiliktir, lutfen fazla binmeyiniz." yazılı 2 asansör. Asansöre binemediğin zaman (ki, çoğu kez binmek imkansız) adımlara müracaat edeceksin. Karşılıklı 2 kişinin geçmesi bile kolay olmayan, 90 cm. eninde merdivenleri, dar koridorları, her birinde 30 kişinin kaldığı 5 odası, bir mutfağı, 2tuvaleti, bir banyosu olan (sanki) eski zamanlarda yapılmış 10 katlı bir otelde kalıyoruz. Bu 2 asansörü otelde kalan 1500 kişi kullanacak. Yani her seferinde asansör 10 kişi taşıyabilecek.

7. Katta kalmama rağmen çoğu kez asansörü kullanmama fırsat verilmezdi. 7 kat yürü. İşçiler yabancı ülkelerden. Hem Medine’de, hem Mekke’deki katımızın görevlisi Bengaldeşli idi. Bu insanların temizlik anlayışı bizim anlayışımızdan farklı olunca, insanın iştahası kalmadığı gibi yemek yeme ihtiyacı da hissetmiyor.

Kaldığımız yerde önceleri iki odanın arası açıkmış, tek oda imiş anlaşılan. İnce bir levha ile bölünmüş. Odalarda 6 / 7’şer kişi kalırız. Bizim odanın insanları genç olmasına karşın yan oda yaşlı kişilerin kaldığı yer. Konuşunca seslerimiz birbirine karışır.

“Uyuyalım ses etmeyiniz artık," dediğimiz zaman, "dün de siz konuştunuz" cevabını alırız.

"Haklısınız," deriz.

Bizler, ışık sönük uyumaya çalışırız. Dalarız. Yeni gelen ses uyandırır.

Kapısı suntalarla kaplı olan odadan garip sesler gelir;

"40 gün eve odun taşıdım da geldim."
"Sen, dün lokantada yemek yerken burnunu karıştırdın."
"Sen de tükürdün."

Geceler bu gibi sözlerle heba olur.
Komşu yaşlılar, tesbih nedir, zikir nedir, dua nedir bilmezler.
Beytullah'ta bile bu insanlardan çok daha genç olan başka ulusun insanları ellerinde Kur’an olur. Bizimkiler yalnızca onlara bakar.

*

ÖĞLE 

Ebu Talib amcanın evinin önünden geçiyorum. Sağımda zenci çocukların bidon sattığı yerler ve zemzem çeşmeleri.

İlerliyorum; Önümde çarşılar. Bu sokaklar, bu caddeler, bu alanlar Efendimizin çocukluk ve gençlik ayak izlerini taşıyan mekanlar.

*

OBUR İNSANLAR 

Beytullah’ın güneyinde, büyük işhanları ve gelişmiş işyerleri mevcut. İşte burada akşam yemeği almak için sıraya giriyorum. 20 riyallık fiş kestiriyorum. Tam bana sıra gelecek ki, önümdeki Filistin'liyle yemek veren adam arasında bir tartışma başlıyor. Anladığım; Filistin'li verilen yemeğin iki katını istiyor. Adam, "hayır" diyor, "sen 10 riyallık fiş verdin, yemeğin bu kadar" diyor. Benden de fiş alındı. Eyvah ya bana da itiraz edilirse, ne yaparım? Korktuğum başıma gelmiyor. Sıram gelince yemeğim veriliyor. Bir kutuya, kepçeler dolusu pilav ve üzerine, büyük boy olmak üzere 3 şiş kuş başı, 3 şiş kıyma ve 3 şiş tavuk ve 2 pide. İşte bir, Asya veya Afrika insanının yiyeceği yemek. Ben yemek kuyruğunda iken arkadaşım, içeçek alıyor ve masaların boşalmasını bekliyoruz. Ayaktayız. Masalar bir türlü boşalmıyor, ya da oturan yerinden memnun, kalkmak istemiyor. Döğüş dava yer bulabiliyoruz. Aldığım 1 kişilik yemeğin, (arkadaşımla) yarısını yiyebiliyoruz. Masada edindiğimiz dostlarımız, Filistinli ve Mısırlı…

*

AKŞAM SONRASI 

Namazın akabindeki tavafımı en verimlilerden sayıyorum. Çevremde bir gurup var, onların rüzgarına takıldım. Siyah insanlar. Erkekler yalnızca havluya bürünmüşler. Kadınlar uzun siyah elbiseleri üzerine beyaz örtü. Gözleri gülen bu 50 kişilik gurup bir ağızdan tekrarlıyor görevlilerinin sözlerini. Gözler yukarlarda. (Kabe'de) Beytullah’ı ilk defa görmenin heyacanı var gözlerinde. Tavafımı tamamladığım halde ortalaması 30 yaşın altında olan guruba takılıp gidiyorum.

Ortalardaki gençle konuşuyorum; Nijerya.

*

YATSI SONRASI 

Yaklaşan bayram öncesi, kalabalık artıyor. Tavaf yapmak imkansız değil de, zor. 1. Şavtım sonrası bıraktım. En iyisi Beytullah’ın düzlüğünde tefekkür.

*

5 OCAK 2006 , PERŞEMBE

Otele gelirken, servis otobüsündeki adam neden öyle konuştu? Konuştuklarına katılmamak elde değil ama kısmen. “Buraya mikrop giremez” demesine katılıyorum. Ama maskeyi çıkar demesine katılmıyorum. “Neden takıyorsun?” dedi

Nedenini açıkladım: "Bende hastalık olabilir, başkasına geçmesin."

“Buraya mikrop giremez,” diyor. Ya varoşlara? (kenar semtler)

İşte dünya insanı, yani bizim insanımız, sahip çıkmalıyız, birbirimizi eğitmeliyiz.
Demek istediğim şu: Namaza az kala 20 yaşlarındaki insanımız, Beytullah’a bir saha eni kadar var. Yolun ortasına oturunca tıkanıyor. Geride binler mahsur kalıyor insanımızın umurunda değil.

Öğle öncesi emanet paramdan bir kısmını almak üzere, servis otobüsünden tünel girişinde iniyorum. Benden önce bir bayan var. 70 US alacağını söylüyor. Ben kimliği ve dekontu verip sıramı pekiştirmek istiyorum. "Gerek", yok diyor görevliler.

İ…’lı olduğunu söyleyen iri yarı ve bıyıksız adam geliyor. Dekontu ve kimliği veriyor. Ben sıram gitti diye hayıflanıyorum. Sıra bende derken, moderne (sanki hacda değil)yakın bir kadın içeri giriyor. Kimlik ve dekont.. 800 US istiyor. Görevli, iki kişinin işini yapacak kadar bir zamanda kadını iknaya çalışıyor. Ne imiş efendim, Arafat’a çıkılacakmış. Orada para gerek olmazmış, Diyanet zaten yemek veriyormuş.

Buradan Diyanet’e sesleniyorum; lütfen seri iş yapacak, hakkaniyetli görevliler göndersinler.

Nihayet paramı alıyorum. Hacılık vasıflarımın çevresinde görevlilere söyleniyorum.

*


6 OCAK 2006, CUMA

Sona doğru yaklaşıyoruz. Sona yaklaşmamız belki başkalarını sevindirebilir, samimiyetimle söylüyorum bu beni ürkütüyor. Derlerdi de güler geçerdim. Hayır gülüp geçme yerine umursamazdım demeliyim. Bayrama beş gün kala servisler kesilecek. Her taraf dünya ülkelerinden gelenlerle dolu. Dünya ülkelerinden ziyarete gelenlerin ikametine oteller ve yerleşim yerleri cevap vermeyince mahallelerin parklarına, caddelerine ve sokaklarına çadırlar kuruldu. Trafik işlemez oldu. İnsanlar birbirlerine girdi.
Artık otelimizden yürüyerek gideceğiz sana ey Mabet, tabi gelebilirsek.

*

SON SERVİS

Cumaya saatler kala otelin önünde kalkacak son servisi bekliyorum. Servis uzaklardan dolaşarak bilmediğimiz yollardan götürüyor. Beytullah’ın görülmediği bir yerde bırakıyor. Kalabalık caddelerden yürüyorum. Cin Mescid'inin önündeyim. Çöken otelin çevresindekiler gibi ben de durup otelin katlarını sayıyorum. 8 olduğunu tahmin ediyorum. Birine soruyorum: Ölenlerin sayısını ve hangi ülke vatandaşı olduğunu öğreniyorum. 12 kadar iş makinası aralıksız çalışıyor. Askerler ileri gidenlere mani oluyor. Ambulanslar geliyor ve gidiyor. önceki cumayı eda ettiğim yere yakın bir yerde, bir otelin yarı gölgeli yerindeyim. Hutbe uzun sürüyor. Yaklaşan bayramla ilgili. Arafat, müjdelife, Mina ve Cemarat.. Efendimizin Veda Hutbesinden alıntılar yapıyor imam hutbesinde.

Kabe'nin güney doğusunda işyerleri. Bu adamların dedeleri Efendimizi bu şehre sığdırmadı. Kureyşin torunları nazarıyla bakasım geliyor bazı insanlara. Alış- verişlerinde haksızlık edenler var. Para onlar için her şeydir. Riyalin değeri 0,350kuruştur. Yani 100 Ytl’ye ortalama 250 Riyal alınır. Bu rakam Medine’de 300 iken, daha az insaf taşıyan Mekke halkının sarraflarında 250 Riyaldir. Demek istediğim şu: Yalnızca 100 Ytl’den 50 Riyal zarar ediyoruz.

Alış veriş için bir dükkana mı girdin? Dükkan sahibi seni sarılarak karşılar. Bildiği Türkçe kelimeleri peş peşe sıralar.

Muamelesi, seneler sonra kavuştuğu asker arkadaşını bulmuş gibidir.
Her malda pazarlık payı vardır. Bu pay, bazen düşündüğümüzden çok fazladır. Çünkü henüz hacılar istenilen kalabalığı oluşturmamıştır. Eğer hac günleri yaklaşmışsa fiyatla sabittir ve önceki günlerde istenilen fiyatı çok çok üstündedir. Yine de alıcıya güler yüz ve sarılma vardır. Parayı alınca aldığın malı seni itercesine eline sıkıştırırlar, bir an önce gitmeni isterler. Eğer malı almazsan “yallah” diye dışarı iterler. Ya alıcı mukavemet ederse, o zaman işi şakaya vurarak sırıtırlar. Bazıları paranın üstünü vermezler. İşte Efendimizi Mekke'den sürenlerin torunları.

Namaz vakitleri harici çarşı pazar dolaşarak alış veriş yapan bana yalnız Türkler hacıları gelmedi. Endonezyalıları da dahil etmek gerek.

Her ulusun insanlarında bu sevda mevcut, ama en fazla da yukarda zikrettiğim ulusların insanlarında mı ne?


*

İKİNDİ

'Demek bu son gelişim sana, (Veda Tavafı hariç) ya da bana öyle geliyor. Bir daha görüşemeyecekmişiz hissi, vakit daraldıkça hasret ağır basıyor. Başta beynim olmak üzere bedenim yanıyor. Titreme ayaklarımdan başladı. Nasıl dayanırım ayrılığa? İlk geceki heyecan yeniden yüklendi bedenime.'

'Nasıl taşırım Allah'ım bu yükü önümüzdeki Arafat günlerinde?
Yatsıyı kılıp çıksaydım, ama gece nasıl yol yordam bulurum? Belki bulurum ama itiyatı bırakmamam iyi olacak.'

Namaz sonrası bol zemzem içiyorum. Bu bir defada en fazla içtiğim zemzem oluyor.
Zemzem bidonları arasında aradığımı bulamıyorum.

Gayri müberret diyorum polise. Önüme düşerek polis gayri müberret zemzemin yerini gösteriyor. Her defasında; doğru ve güzel ilim, rızık, (her iki dünyada) ve bütün dertlere şifa diyerek 5 bardak zemzem içiyorum. Gözleri ileride, Kabe benim içimde. Hani arkaya bakılmazdı, ben defalarca bakıyorum.

Öyle arzu ile yüklüyüm ki, 45 no’lu kapıdan çıkınca dönüp dönüp bakıyorum sevgiliye. Bir kaç defa daha göreceğimi bildiğim halde, bakıyorum işte.

Eba Talib’in evinin önünde duruyorum. Çeşmenin ılık zemzemine dayıyorum başımı.

Yönüm otele. Yürüyorum.
Tünel gürültülü ve serin.
Benimle yürüyenlerin içinde Endonezya halkı çoğunlukta.
Tünel çıkışı ilk defa üzüm alıyorum. İrice salkımın siyah habbeleri ne hoş!
İnsanlar geçiyor.

Bir görevli gülümsüyor.

"Eyne Bin Davut," diyorum ona.
"Hünalike..." eliyle uzakları işaret ediyor.

Soldaki yolu seçmem gerektiğini biliyorum bu tarif sonrası, görevlinin işareti de aynı.
Artık yolumu bulurum.

*

7 OCAK 2006 , CUMARTESİ
Ayrılığı bana sorun diyor Aziz. Nerede ve niçin dedi bunları? Ben biliyorum. O da sevdiklerimden.

Asansörde çeşit çeşit adamlarla karşılaşıyoruz.

Odadayım.

Aziz, sözlerini yineliyor.
"Ayrılığı bana sorun."

Alirıza başını sallıyor.
Mustafa’nın bu sözleri onayladığı kesin.

Yan odada ihtiyarlar.
"Gürültü yapmayın," diyor içimizden biri.

"Elin yaşlıları tesbih çeker, kitap okurlar", diyor birimiz.
"Bizimkilerin gözü dünyada,"

"Sen Kur’an biliyor musun?" sorusuna, adamın cevabı, "fasulye tarlasından buraya getirdiler beni," oluyor.

Bunlar tanımadığımız adamlar. Hayır tanıyıp ta senli benli olmadıklarımız bunlar.
"Sümük, pislik ve sidik temizledim," diyor genç olanı.

Evet, gecelerimiz böyle geçiyor. Lavobo yerine dışına sümkürürler, ayakta işerler ve makul yerine isabet ettiremezler. Temizlemek bizlere düşer.

*


8 OCAK 2006, PAZAR

Tevriye günü, öğleye kadar hazırlık. Tıraş, temizlik, neticede ihram. 48 saat ihramda kalmak sabır ve itina ister.

Öğle sonrası kafilenin 5 otobüsü geldiği halde bizim grubun otobüsü içindeki görevli ile Mekke sokaklarında kayboluyor. Nihayet 1 saat gecikmeyle geliyor.

Arafat'tayız.

Çadırlar.

Her çadırın yalnızca üzeri örtülü. 20 kadar çadıra sığan büyük aile.
296 kişyi barındıran çadırlar. Biz böyle kalabalık bir aileyiz. İleride dedelerimiz, amcalarımız, dayılarımız, ağabeylerimiz, kardeşlerimiz, gerilerde; nene, teyze, hala, anne ve kız kardeşlerimiz. Hiç yabancı yok içimizde.

İkindi, akşamı ve yatsıyı Arafatta cemaatle kılmak elbette güzel.

*


GECEYARISI


Biraz mızkanalım, diyor içimizden biri. Benim uyumaya, ya da uyuklamaya hiç niyetim yok. Kapalı gözlerim gerisinde yalnızca Rabbim'in adı var dilimde. Gözlerim kendiliğinden yumuldu. Kalbimin uyanıklığı devamediyor. Günler önce Peygamber Mescidinde ayrıldığımız ses yeniden peyda oluyor.
Emredici konuşmasıyla beni ürkütüyor.
'Kalk ey İsmailoğlu,' diyor.
'Arafat'tasınız. Kaç gurup insan var?'
'Bilemiyorum'
'Kaç milletten insan var?'
'Bir... İbrahim milleti.'
'Doğru da...   ama...'
'Aması ne?'
'İsmailoğulları.
'Ve
'İshak oğulları.'
'Çoğunluk İsmailoğulları. İsmailoğullar'ındanım elbet.'

Derken uyanıyorum, kalkmadan hafızamı yokluyorum; Nuh aleyhisselamın 3 oğlu; Ham, Sam ve Yafes. Ham’dan: Sudanlılar, Kıptiler, ve Berberiler.
Sam’dan Arap, Farslar ve Rumlar. (yunanlılar)
Yafes den : Türkler, Slavlar ve Ye’cüc me’cüc türedi.

*


9 OCAK 2006 , PAZARTESİ 


Çadırlarda zikir ve dua ve sabah namazı öncesi organizasyon bozuk olsa bile Arafat'ta tespih nazmı kılmak... Öyle de yapıyoruz. Kafile görevlisinin peşinde tesbih namazı kılıyoruz. Sanırım, en büyük kazancımız bu namaz oldu Arafat'ta.
Peşinden,  Hz. Adem, Hz. Havva’nın ayak izlerinin üzerinde sabah namazı kılmak ve duaların kabul olunacağı sayılı mekanlardan hacı olunabilecek bir yerde göz yaşı dökmek (babamız - annemiz kovulunca, 40 sene bir birini dünyanın güneyinde aradılar, ne yediler ne içtiler, nasıl korundular? Nihayetinde Rabbi'm belki hafif bir yağmur yağdırdı. İzleri belli eden bir yağmur. Babamız Arafat Tepesine oturdu. Annemiz ise onun izini sürerek kavuştu ona.) ne güzel!

Öğleden önce manen perişandık.
İnsan bu; dua, zikir... yerine boş lafı tercih edenler çıkmaz mı içlerinden? Elbette çıkacak.
Perişandık; Kutsal Tepe gerimizde kalıyor yönümüzü Haram'a çevirdiğimizde. Kumların üzerine seccadelerimizi serdik. Tesbihlerimiz elimizde. En azından birkaç dua etmeliyiz çabasındayız.

Alirıza, Mustafa ve Tufan ile irşat edilecek yer aradık. Bulduk da. Bulduğumuz irşat çadırındaki hoca:
"Çöken apartmanın yanındaydım," diyor.
"Ölü," diyorum.
"100 den fazla," diyor.
"Ölenler."
"Afgan, Pakistan ve Türkler."

Öğle vaktinde, öğle ile ikindi cemi taktim edildi. Vakfe yapıldı.

Ayaklarımın altındaki kilim toprak renginde ve üzerinde topraklar. Toprak parçaları birkaç damla gözyaşı ile ıslanmış. Vakfede Solumda 2 m kadar boşluk. Kilisli kadınlar saf bağlamış ve ayaktalar.

Vakfe uzuyor.
Genç kadın düşüyor.
"Bu kadını kutlamak gerek," diyorum tanıdığım ve haram olmayan kadınlara.
"Elini öpünüz," diyorum F’ye.
"Ama bizden küçük," diyor.
"Olsun," diyorum.
"O bizden büyük değil ki!" diyor bir yaşlı kadın.

"Çok büyük. O hacı oldu. Öpülesi eller taşıyor şimdi."

Yüklü bir para geçmiş eline. Kendini buraya atacağı belli olunca, durumu kocasına açmış. "Rüyalarımda sıkıştırılıyorum, içim burkuluyor, Peygamberlerin adımlarını bulmalıyım." demiş.

Kocası, henüz hazır değilim bahanesi ile gelmek istememiş önce.
Kadın da, "Madem sen gelmiyorsun ben de nikah düşmeyen bir akrabamı götürürüm," demiş.

Kocası işin ciddi olduğunu anlayınca...

Vakfe sonrası hacılar birbirini kutladılar.

Helikopterler Arafat üzerinde hasta gezdiriyorlar.


Duanın kabul gördüğü 8 mekan var dünyada. Şimdi 5 tanesinin peşindeyiz. (izindeyiz.)

Arafat, Müjdelife, Meşar’ı Haram Mina ve Cemarat.

*

AKŞAMA DOĞRU 

Ama, saat 24.00 den önce, ne akşam namazı kılınacak, ne de yatsı. Saat, 24.00 e kadar beklenecek ve Müzjdelife’ye geçerek akşam ile yatsı cemi tehir edilecek.

*

MÜJDELİFE

Kafilemizi taşıyan otobüslerden 1’i dışında 11 nolu mektebin başlangıcına geliyoruz.
Mektep sağımızda.

Saat, gecenin 1’i. Ilık bir gece hakim. Sessizlik. Müjdelife dağlarında hacılar, projektörlerin ışığında parlıyorlar. Düzlüklerde milyonlar.

“Dünya hacıları burada, ” diyor biri.

Abdestler tazeleniyor ve uzunca vakfe.

*

“Sana inandım, dayandım, misafirini koru. Arafat’ta içimizde sen vardın. Müjdelife’ye seni ululamağa geldim. Ayağımda bolalan terlikler var. Yaralar sonra. 10km. lik yolu bana kolaylaştır, yakın eyle! ”
Saat sabahın 2 si.

*

Buradaki vakfeden sonra hareket, önce MEŞAR’I HARAM'a, arkasından MİNA ve sonra da Şeytan'a.

*

MEŞAR’I HARAM

Meşarı Haram'ın neresi olduğuna dair kitaplarda bir kayıt bulmak zor değil.

“Meşarı Haram’da Rabbini an!” diyor Allah kitabında.

Bu yer hakkında İbn'i Kesir tefsirinde doyurucu bilgiye ulaştım.
İbni Kesir, Meşarı Haram için bütün görüşleri sıraladıktan sonra, Müjdelife’nin her yeri olduğunu yazıyor. Cumhura göre; Müjdelife'nin çıkışında bir yer.

*

Telefonumun kurulu, kronometresi çalışıyor.
Yürüyoruz.
Bakmalıyımdiyorum kendi kendime. 30 dakika geçmiş.

Yine bakıyorum. 1 Saat ne çabuk geçti?

*

MİNA 

Derken 2 saat sonra Mina’nın ışıkları görünüyor.

Mina semaları Rabbım'ı ululuyor.
Gecenin 1/3 ü kaldığının işareti.

Yol boyunca yürüyen milyonlar.
Yollar, hacılar için yapılmış.
40 metre genişliğinde yollar.
Yolumuzu kesenler, sabırsız insanlar, asker yürüyüşü ile gidenler... Ama hepsi de çekilmiş ip gibi düzgün gidiyorlar. Bunların yanında eğitimsizmiş gibi görünen toplumlar. Oyulan dağlardan çıkarılan geniş yollar ve muntazam tüneller. Eğer bilinçli ve eğitimli hareket edilse bir bu kadar insanı taşıyabilecek yollar. Yollar daralıyor. Geniş yolları başkalarını düşünemeyen insanlar daraltıyor. İki taraflı kurulan çadırlar... Arada satıcılar ve dilenciler. Yollarda, kalabalığın geçmesini engelliyen insanlar. 10 metresini sağdan, 10 metre de soldan kuraldışı hareket eden (az sayıda) insanlar tarafından sahiplenmiş yollar. Çadırlarını kurmuşlar geceleyecekler. İşte 1/4‘e düşen yollar.

Hışımla üzerimize gelen siyah (samimi) inciler, cikilota renkliler. Guruplardan el sallayan tanımadığımız insanlar.

Ve 2,5 saaat sonra tüneli çıkıyoruz.

Polis binlerce ama sessiz.
Bu da yeter, diyesi geliyor insanın. Ama hayır, buraya görev için geldik, onunla bulunla uğraşmaya değil. Buna da şükür, Allah’ın davetlilerine öte git diyemem, yaptıklarına engel olamam, kendilerinin düşünmesi gerek, diye düşünüyoruz ama yol gittikçe daralıyor. Çünkü milyonlar bu gece yolculuğunda. Kazası olmayan bir ibadetin peşinde. Bu gece her şeyin bitmesi, her şeyin uygulanması gerek. Bunun içindir ki, milyonlar tek vücut olup, aynı yöne doğru ilerliyorlar.

Yaptıkları: Kabe’nin inşasından sonra, Cebrail’in Hz. İbrahim’e öğrettikleri ve Efendimizin 120 bini peşine takarak yürüdüğü yerlerde ayak izi aramadan ibaret.

'Ey şeytan, senin işin bitmek üzere, sayılı saatler sonra sendeyim. Taşlarım sayılı ve çantamda.'

Çabam şeytana ulaşıp, milyonlarla bir timsali yaşamak.
Oh ne güzel bir yolculuk’

3. Saatte 10 km. yürüdüğümüzü söylüyorlar.

*

CEMARAT 

Eyvah! Vah bana, yazıklar olsun bana. Çantamı Müjdelife’de bıraktım. İçindeki taşlarla. Onu bana şeytan unutturdu. Olsun. Şeytan kurtulamaz.

"Hacı bana taş ver!”
"Alirıza yetiş bana ödünç taş ver."

"Al sana şeytan."

"Cuma yetiş taşım düştü."

“İşte sana yıkanmış ve kurutulmuş taşlar.”

'Al sana şeytan.'

*

ŞEYTANDAN SONRA


Sabah yakın mı? diyor yanımda yürüyen Uganda'lı esmer bacım kocası olduğunu sandığım adama.

Sanki kendine sorulmuş gibi cevap veriyor bir beyefendi.

Gurup dağıldı ve uzaklaştı. Böyle olması gerekiyormuş. Böylesi ne güzel.
10 kadar tır. Hediye dolu. Yiyecek, ayran, su dağıtılan tırlar. Dünya hacılarının koltukları hediye paketleri ile dolu. “Kral Faht'ın hediyesi” yazılı paketler. Keşke olmasaydı, keşke yiyecek paketleri dağıtılmasaydı da aç kalsaydı dünya Müslümanları diyesi geliyor insanın nimetin yerdeki çabasını görünce.

Bu paket benim hakkım değil. Çöküntüdeyim taşıdığım sürece. İşte bir ihtiyar. Evet o buna layık.

'Nerelisin?' diyesim geliyor ona.
Ama demiyorum, demiyorum çünkü hemen her ulusun insanını simasından tanımak mümkün. Rahatlıkla sen Hindu’sun,diyebilirim.

Ihram havlularının arasında bunalmış gibi. Sıcak gecenin yaklaşan sabahında çimlere oturmuş seyrek sakalını kaşıyor.
Bana verilen yiyecek paketine o layık.

Sabah namazını ihramla kılmak meşakkatli ama güzel (zevkli).

Arkadaşlarımdan ayrıldım. Birlikte yürümemize gerek te yok artık.

Otele yakın bir camide ezan okunuyor.

Yiyeceği verdiğim yaşlı adamın benimle aynı safta olması bir başka güzel.

Düşünüyorum da nereden ve nasıl geldi o adam buraya.
Evet o. Acaba benzetiyor muyum?
Hayır o. İşte yiyecek paketi elinde.

*


AKŞAMDAN SORA (10 OCAK - 1. BAYRAM)


Turan, Selahattin, arkadaşım ve ben.... Beytullah’a gitmeye yol arıyoruz. Buluyoruz da. Gerimizdeki büyük markete kadar yürüyoruz.
Sanki eski zamanlardan kalma bir dolmuşla Beytullah’tayız.
Selahattin ve Turan'dan ayrıldık.
'Özlemişiz seni diyoruz,' arkadaşımla.
Dört tam gün hasretine dayanmak ne zormuş?
'Ziyaret Tavafımızı kabul buyur ve kolaylaştır Rabbim,' diyoruz ve Hacer'ül Evset köşesinden başlıyoruz.
Alan git git kalabalıklaşıyor. Milyona yakın dünya müslümanının arasındaki tavafımız saatler alıyor.

*

"Demiş ki," diyorum arkadaşıma.
"Kim ne demiş," diyor o, sözlerimin arkası gecikince.
"Hz. Adem meleklere öğünmüş, ‘ben burada ilk tavaf yapanlardanım,’ demiş."
Melekler de:
'Biz burayı iki bin yıl önce tavaf ettik,' demişler.
'Siz tavaf ederken ne derdiniz, diye sormuş,' Adem babamız.
Melekler de. ‘ Senden başka ilah yoktur, ortağın yoktur, Mülk senindir, hamd sana mahsustur, senin her şeye gücün yeter,’ derdik, demişler.
Hz. Adem de: ‘ Güc ve kuvvet sana aittir.’ İbaresini eklemiş. Ve bizler tavafa başlarken böyle deriz.

*

Şimdi aynı şekilde Say.
Selahattin'i ve Turan'ı kaybediyoruz.
Arkadaşımla otele doğru yürüyoruz. Ayaklarımız bizi çekmiyor. Yürüme de zorlanıyoruz. Mehbas'taki dinlenmemiz uzuyor. Yetmiş iki dakika sonra otele geliyoruz.

*
11 OCAK, ÇARŞAMBA (2.BAYRAM) 
Öğleyi mahalle mescidinde kılıyorum. İkindiyi Beytullah'ta kılmak için....
Duam uzun sürüyor.
Çantam omzumda, yolum önce Haram'a, sonra da Şeytan'a.
Sıcak bir gün. Kimi günler takke kullanmamamın sebebi sıcak geçmesin diyedir... Baş açık, (eğer yapıbilirse )ayak yalın pejmürde bir halle Allah’a teslim olarak bu kutsal mekanda ona yalvarmak…
Kabe'ye doğru. Günün sıcağı yolumu uzatıyor, yine de mutluyum. Mutluyum çünkü kutsal bir göreve gidiyorum.
Mahbes'teyim.
Burada (belki) Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i götürdüğü yol üzerindeyim.
Oturuyorum.
Tefekkür.
Nerede Kabe?
Neden uzadı?
Bakışlarım Haram’a doğru. Yolum kısa olsa da uzadıkça uzuyor.
Yalnız başıma Haram'ın yolunu tutuyorum. Efendimizin yıllarca ibadet için Hira'ya gittiği yola düştüm artık. Onun adımlarını aradı adımlarım. Tünel girişinde duruyor ve geriye bakıyorum; gördüklerime inanmak güç, metrelerce uzayan kalabalık tünelde eriyor . Kalabalık bana doğru akıyor. Cemarat'tan geldikleri kesin olan insan seli köprü üzerinden üzerime üzerime geliyor. Binlere karışmalı , sonra milyonlar olan insanlarla tüneli çıkmalı, önce Ebu Kubeys'i görmeli, sonra sağa bakmalı Ebu Talib'in evini. Daha da ilerlemeliyim. Çemrediği eteklerini görüyorum. ve düşünüyorum: Şimdi eğilmek, milyonların sevgilisini selamlamak zamanı.

Veda'yı yaptım.
Şeytan'a gitmeliyim.
Ama nasıl?
Bu şehirde belediye otobüsü diye bir şey yok. Öyle düzenli dolmuşlarda yok. Yaşlanmış arabasını çeken gelmiş. Arabası, yılın 11 ayı istirahat ediyor. Bu 1 ayda adam istediği parayı kazanıyor. Fiyatlar kat kat arttı. (5 kat arttı). Kilisli görevli, hastası için araba kiralamak istedi, 400 Riyal istediler, sonra 250 Riyal’e indiler ama kiralamadı. Oysa, panoda 50 Riyal olduğu yazılı. Sanırım bunlar gayri resmi fiyat idi. Bu günde resmisini bulmak güç.
Bir yerden bir yere gitmek için taksiler var. Ya yalnız, ya da birkaç kişi ile taksi kiralayabilirsin. Tabi bulabilirsen. Başka zaman arabasına binmen için yalvaran adamlar yerine başkaları gelmiş gibi. Senin yüzüne bakmazlar bile.
Bu anlattıklarım Efendimizi Mekke’ye sığdırmayan müşriklerin torunları. Aralarında iyileri, yani insan olanları yok değil, bulmak imkansız.
Gece yarısına doğru Cemarat'a gidebiliyorm.
Türkiye'den oğlum telefon ediyor.
Olaydan haberim yok. (Şeytan'da izdiham olmuş. 400'e yakın ölü. O beni haberdar ediyor.)
.
Gecenin serinliği, şirket hacı kafilelerini taşıyor. Keza onlar sakinken görev yapıyorlar.
Ne iyi.
İzdihama sebebitey vermemek için yapılan ibadet ve alınan haz.

*


12 OCAK (3.Bayram), PERŞEMBE 


Önce Şeytana gitmeliyim. Sonra da Beytullah'ta yeni bir Veda Tavaf'ı yapmalıyım. Bu son tavafım olmalı.
Şimdi Şeytana doğru.
Şeytan'a ulaşmadan ikindi ezanı okundu

*

Gidişli ve dönüşlü olan yollar, Cemarat’a yaklaştıkça genişliyor.
Rüfujlara ve kenarlarına kurulan çadırlar.
İkindi okunuyor..
Şeytan'dan yükselen tekbir sesleri duyuluyor artık.
Kaldırım kenarına kurulan bir kamp ..
Kara kardeşlerim cemaat olmuşlar, onların namazlarına ben de katılmalıyım..
İşte büyük Şeytan.
Daha ileri giderek her 3 Şeytan'ı da önüme almalıyım.
2.'ciden sonra dua. Uzun.
Sağdan dönmeliyim.

*

KABE’YE DOĞRU

Yolum uzuyor.
Akşamdan önce Beytullah’ geliyorum.
Tavafım bir oluyor ama uzun sürüyor.
Tavafımda, 24 aralık ‘ta yazdıklarımı takip ediyorum bir tavafım sonrası. Ve 8. şavtımda uyguluyorum. 40 kişi önden, arkadan, sağdan ve soldan. Çıkardığım sonuç :
1 - Bu insanların içinde Türk hacısı göremiyorum.
2 – En yaşlı olanı benim.
3 – Oysa Türk hacılarının gençlerindenim.
4 – Herkeste saygı, heyacanla karışık korku ve ümit, gözlerinde huzur, dudaklarında mırıltı mevcut.

*
Kafamda gençlik bilgilerim canlanıyor. Hz. İbrahim'in (ki, o bizim atamız) oğlunu ve ailesini görmeye geliyor.
İbrahim Ata, Hz. Hacer'le oğlunu gidip görmek için Hz. Sara’dan izin istedi.
Sara anadan, Hz.Hacer'in yanında gecelemek şartıyla izin çıktı.
Hz.İbrahim (ismi kıyamete kadar ululansın) Mekke'ye geldiği zaman, oğlu Umare adında bir kadınla evli ve Hz. Hacer de vefat etmişti.
Evi sordu, gösterdiler.
Umare’ye selam verdi.
"Sahibin nerede?"
"Avlanmağa gitti."
Umare, kaba, katı ve kötü huylu bir kadın.
Hz.İbrahim: "Evinde konukluk var mı, yiyecek ve içeçek var mı?" diye sordu.
Umare: "Yanımda ne bir şey, ne de kimsem var." dedi.
"Geçiminiz ve durumuz?"
"Çok kötü. Darlık ve sıkıntılı."
"Kocan gelince selam söyle. Kapısının eşiğinden razı değilim."
İsmail(AS) gelince bir şeyler sezdi, her zaman ki adeti gereği sordu:
Ümera:
"Evet şöyle şöyle bir ihtiyar geldi." Diye İbrahim Ata'yı tarif etti.
"Sana ne sordu?"
"Geçimimizi sordu, darlık ve sıkıntı içinde yaşadığımızı," haber verdim.
"Sana vasiyeti oldu mu?"
"Evet. Sana selam ve eşiğinden razı olmadığını, değiştirmeni söyledi."
"Gelen babamdır. Senden ayrılmam gerek."
Umare babasının evinde artık.
İlerleyen yıllarda, Cürhümi’lerden Rale ile evlendi. Güler yüzlü, nezaketli, inançlı ve alabildiğine anlayışlı bir kadındı.
*
İbrahim Ata yeniden izin istedi anamız Sara'dan.
Yine, Mekke'de gecelememek şartı ile izin çıktı.
Oğlunu yine evde bulamadı.
Rale’ye selam, selamla karşılık buldu.
"Kocan nerede?"
"Rızık peşinde."
Geçiminiz?"
"Mutluluk ve bolluk içindeyiz. Hamd ve sena olsun. İnmeni ve konuklamanı istiyorum."
"Yiyeceğiniz nedir?"
"Et."
"İçeceğiniz?"
"Su."
“Allahım bunlara etlerini ve sularını bereketli kıl!" diye dua etti.
Dua nedeniyledir ki, Mekke’den başka yerde et ve su bu kadar sağlıkla bağdaşmaz. Başka yerlerde muhakkak karın ağrıtır.
Eğer gelin (Rale) tahıl, ekmek, buğday, arpa, ve hurmadan söz etseydi, kayınpeder (Peygamber) bunlar için de dua Yapardı. O zaman, Mekke toprakları her çeşit ziraate elverişli ve bu ürünler bereketli olurdu.

*

Şimdi, Kabe'nin 10 metre kadar doğusunda bulunan İbrahim makamı o zamanlar Kabe’ye bitişikti. Rale’nin isteği doğrultusunda Peygamberin başı yıkandı. Peygamber, şimdi ayağının izinin çıktığı taşın üzerine bastı, sağ tarafa döndü, gelin başının sol tarafını, sol tarafa döndü, sağ tarafını yıkadı.
Akşamı bekleyemezdi. İzni, gecelemek için değildi. “Kocana selam söyle, ihtiyar sana kapının eşiğini iyi tutmanı emrediyor, de.” dedi ve uzaklaştı.
Akşam, İsmail Peygamber (ki o Arapların atası) eve gelince babasının kokusunu aldı.
“Sana kim geldi?”
Güzel yüzlü ama her şeyi güzel olan bir ihtiyar. Başını yıkadım. Sana şöyle söylmemi emretti." Dedi
Makam'daki ayak izlerini gösterdi. Ve “işte kanıtı.” dedi.
Hz. İsmail babasının ayak bastığı taşı öptü.
“Geçimimizi sordu” dedi Ra’le.
“Ya tavsiyesi?” Ne oldu dedi İsmail Aleyhisselam.
"Kocana selam söyle artık kapısının eşiği düzelmiştir."
“Sen eşiğimsin.” dedi Peygamber, "seni tutmamı emretmektedir."

*

Saat 22 sularında yeniden oteldeyim.

Yatmadan... topluca Kabey'e gideceğinin müjdesini alıyor, seviniyorum. İzim üzerine tekrar gitmeliyim.
Bir hastaya Veda tafafı yaptıracak olmam beni sevindiriyor.
Veda tavafımı daha önce yaparak zor bir ayrılık yaşamıştım. Bu gün F. ye (ikinci bayram gecesi Veda Tavafı yaptırıyorum grup eşliğinde). En zevk alamadığım tavafım oluyor. İki görevli birleşiyor, havadan sudan söz ederek dönüyor. Aralarda kol gezen şeytan bizleri kolluyor. İstemiyerek dinlediğim konuşmaları beni (gafletimden / daldığımdan) uzaklara götürüyor. Tanımadığım dört görevli birbiri peşinde trencilik oynuyor. Konuşmalarına tanık oluyorum : “Birinci tavaf bitti, ikinciyi yapalım öğle namazı kılarız." diyor içlerinden biri. Bu ne demek? İşte görevlilerimizden bazıları. Saat, 00.00 oysa 4 saat önce ne güzel tavaf yapmış vedalaşmıştım. İkinci Veda'yı yapınca o geri düştü. Yenilemeliyim. ”
Tavaf sonrası 3 saat arkadaşımı arıyorum.

*

13 OCAK, CUMA 2006 (4. BAYRAM) 

'Bu gün otelinizden ayrılmayın!' deniyor görevlilerce.
Neden ayrılmayacak mışız? Kelimeye bak! Ne ağır bir kelime! İbadete gelenleri engelleme ibaresi taşıyan bir söz. Binlerce kilometre sürecek uzaklıktan ibadet için gelenleri ibadet mahalline götürme varken bu sözü kullanmak neden? Otelde, yatakların üzerine oturarak birkaç saat değil, 10 saat, 15 saat bekletmek neden?
Böyle dendi ise de bu söze sadık kalmamızla manevi kayba uğrayacağımızı tahmin ettiğimizden Aziz ile Haram’a gitmeliydik.

Aziz’le Haram’daydık.
Cuma namazı için yer arıyorum kendimize.

Aziz’i kaybediyorum. Bulmam geç olmuyor.



SON SAATLER

Tavaf.
Dua.
Bağlılık.
Ayrılık.
Son bir defa daha bakıyorum. 'Allah’ım burayı ikinci kez göstermeden canımı alma!' Gözlerim ne kadar yaş döküyor? İki damlayı hatırlıyorum. Yine bakmalıyım. F, nin bakmayacakmışın demesi bana nafile geliyor ve bildiğimi okuyorum. Hareketlerim ne kadar değişmiş ki, karşımdan gelen bir gurup Meri’nin (Endonezyalı hanımlar) bana gülerek, taaccubla baktığını hayal meyal hatırlıyorum.
Bakışlarında acıma mı, imrenme mi gizli?
Adımlarım ilerlese de, gözlerim Beytullah’ta. Bir görevli ile çarpışıyoruz, bir temizlikçi “merhaba” diyor.
Neden sonra adama dönüyor, “hakkı ” düşüncesi ile 10 riyali veriyorum.
Bilinç dışı hareketlerim devam ediyor.
Bkir Hoca ile vedalaşmayı unutmuyorum. Burada kaybettiğim Aziz'i de buluyorum.
Akşama doğru Aziz’le otele geliyoruz.

*

Otelde uyumadan gideceğimiz zamanı bekliyoruz.
*
Gelirken öndeydik te neden en arkaya düştük? Cevabı yine ben veriyorum: Ne mutlu bize.
*

14 OCAK / CİDDE HAVAALANI:

Beklemek uzuyor... Gümrük geçişleri zor olmasa da beklemek... '2. Kafile' diyor görevli zaman zaman. Sanki sürüyü takip ediyor. Kadınlı erkekli 296 kişi uçak saatini bekliyor. Zaman yakın. Geldi bile derken 2 saat daha. Hacılık Mekke’de bırakılmış gibi. 3 saat kala uçak kuyruğuna girenler, itişmeler ve takışmalar.. Kırıcı sözler, kavgalar ve kırıcı (söylenmemesi gereken) sözler.
En önde de, Mekke'de kaldığımız 40 günün 35 gününü Haram dışındaki mescitlerde geçiren yaşlılar var. Zamanını Haram yerine alış verişle öldüren zavallılar. Günlerini, diğer Ülkelerin insanlarının Kur'an okuyuşlarına ve hareketlerine bakarak

*

AKŞAM

Adana havaalanındayız.