28 Şubat 2015 Cumartesi
SEFİL MEHMET
4 Temmuz
2012
Halk
şairi Sefil Mehmet'le buluşuyorum.
Kızının
marketinin önüne oturuyoruz. Kuzenime: 'Ben aç değilim, sen başının çaresine
bak! Ozanı yakalamışken konuşayım/konuşturayım.' diyorum.
Ozan 86
yaşında. Son yıllarda acı çekmiş. Dert ortağını, arkadaşını kaybetmiş.
Eşinin
vefatının üzerinden geçen 15 yıl elemini
azaltamamış. Sefil eşinin vefatını, şöyle anlatıyor: ‘‘98 Yılının 20 nisanında
vefat etti. Akşam bir aile dostundaydık. Ölen oğlunun sözü edildi sohbette.
Belli eskiye dönük kederi artmış.
Sabahleyin
bana: ''Bana elbise almışsın. Ama kendimi iyi hissetmiyorum. Kefen alsan olmaz
mıydı. Kefen al! dedi. Akşam da Diyarbakır’a gideceksin.' dedi ama
ben Diyarbakır’daki işimin başına
gidemedim. Çünkü sakalar (işçiler) hazırlanamadı. İyi ki,
hazırlanamamışlar. O gece eşim öldü.’’
diyor Sefil Mehmet.
Sefil'in
ağzından kaptıklarımı yazıya döküyorum:
Asıl adı
Mehmet Şan.
DOĞUMU:
1927 Yılında Yenicekale’nin Çınarpınar köyünün Karbasan obasında doğmuş.
ÖĞRENİMİ:
Askarlik yıllarında okumayı ve yazmayı öğrenmiş. Askerlik dönüşü çevrenin alimi
Şaban Fakı’dan ders almıi. Şaban Fakı, zamanın alimi Tuzsus Hoca diye bilinen
alimin seviyesinde imiş.
MESLEĞİ:
Çifçilik. Bağ, bahçe, arıcılık. Babası Ali Şan ekmek sahibi biriymiş.
Senelerce
saka başkanlığı yapmış. Diyarbakır,
Geben, Maraşaltı gibi yerlerin verimli
arazilerinde, çeltik, pamuk, ayçiçeği ve mısır gibi ürünler yetiştirmiş.
Çok kazanmış. Sonra kötü niyetli insanların kurbanı olmuş.
MEDENİ
HALİ: Evli ve 5 çocuk babası.
bir şiiri
*
virane bahçe
Deli
gönül daha meyve dikersin
Her gün
ağlar ağlar boynun bükersin
Ölümlü
dünyanın kahrın çekersin
Kabirin kapısın açtı el dedi
Deli
gönül daha destan yazıyor
Olanca
dertlerim gece azıyor
Virane
bahçede kimler geziyor
Ağla ağla
göz yaşların sil dedi
Kararmış kaderim
parlamaz oldu
Kime ne,
n'oldu ise bana oldu
Yetmiş
vadesi de arkadaş öldü
Ben
ölecem bana kefin al dedi
Virane
oldu bağ bahçe evimiz
Şimdilik
ayrıldı artık yolumuz
Şeyhadil’de
kaldın sen de yalınız
Oğlunu da
ara orda bul dedi
İnsanoğlu
ne ekerse biçiyor
Kara
günler gelip gelip geçiyor
Bre Mehmet taydaşların göçüyor
Dönüş yok
göründü bana yol dedi
Çözülmüş, düzelmez Sefilin işi
Ne gelir
ki elden bozulmuş başı
Yazılmış
künyesi dikilmiş taşı
Şeyhadil
göz kırptı gayrı gel dedi
kelimeler
Kefin: Kefen (Maraş ağzı)
Şeyhadil: Ünlü bir bilgenin ismini taşıyan K.
Maraş'ın büyük mezarlığı.
Taydaşlar: Yaşıtlar.
Vadesi
yetmek: Ölüm zamanı gelmek.
KÜTÜPHANE
5 TEMMUZ 2012
öğle sonu
Çarşıdayım.
Sıcak bir gün. Neden
geldim ki, diyorum kendi kendime.
Boşa yorul diyor
içimden bir ses. Boşa kürek çektin. Gel bu işlerden vaz geç.
Ölsem de vaz geçmem.
Araştırmam lazım, şehrimin evvaliyatını. O gün kütüphanede de öyle dedim ya
belgeleri önüme getirmede üşenen şefe ve iki memuruna. ''Bu işleri kendim
için yapmıyorum. Gelecekte torunlarımız okuyacak, bilgi sahibi olacak kentinin
gizlenmiş şairinden, yazarından, düşünüründen, her şeyinden.''
yine kütüphane
Aman Allah'ım
gözlerime inanamıyorum. Aylar önce başlayan tadilat daha tamamlanmamış.
Merdiven işinde bir çalışan var. Var ama dönüşte o da yok.
Beni tanıyan yetkili
beni en yukarı çıkarıyor. Şimdi gördüklerime inanması daha zor. Onlarca
bilgisayar, klavyeleri, aksasuarları. Her şey toz altında. Adam, üzerlerini
kapatır. Kullanılmayan kitapları da çuvallara doldurur. Kitaplar, cidiler için
de toz olmasın diye önlem alır. Herbiri bin liradan değerli olan makineler
içine işleyen toz sonrası çalışacak mı? Çalışsa bile ömrü ne kadar olacak?
Sonra şöyle de
düşündüm: Evimizde tamirat olsa, burdakilerin binde bir değerindeki eşyamızı ne
yaparız?
Sıcak.
Yürüyorum.
Acaba saat kaç oldu,
diyorum ve telefonu alıyorum. Çavuş abim aramış. Ben neden duymamışım. Duymaman
normal diyor içimden bir ses. Öyle ya, kütüphanede moralim sıfırken vuku bulmuş
bu arama.
Çavuş abim'le konuşuyoruz.
(Çavuş abim, dedimse öyle basit adamlardan değil. Çocukken bize yön verdiği
için Çavuş abi derdik. Asıl adı Yunus Nacar. Albaraka'nın, Anadolu
Finansın yönetiminde bulundu. Sanırım faizsiz bankaların başkanlığını bile
yaptı. Emekli oldu. Şimdilerde bir büyük şirketin yönetiminde.) Kökümüzle
ilgili araştırmamı beğenmiş. Kutladı. Gönendim. Hele Darende'den
sözederek ipucu vermesi beni çok sevindirdi.
ERKEN
5 Temmuz 2012 Perşembe
Erken mi acaba diyorum kendi kendime? Yan masada çay içene soruyorum.
Doktorun 8.30'da geleceğini söylüyor.
Kalabalık artıyor. İyi ki erken gelmişim diyorum kendi kendime.
Kalabalık artıyor. İyi ki erken gelmişim diyorum kendi kendime.
Çayı içerken dünü düşünüyorum. Ne de peşin hükümlü bu insanlar. Ne araştırma, ne bilene sorma var içlerinde, diye düşünüyorum.
Efendim ne imiş burası deprem bölgesiymiş. Öyle dedi dünkü gün Ali Haydar'ın arkadaşı. Bu binalar fay hattı üzerine yapılmış.
Hayır bayım doğrusu öyle değil.
Yalan söylüyorsun demiyorum. Yanlış anlama var demek istedim. Canım neden demeyecekmişim. Hakkım olan bir şeyi söylerim. Bak doğrusu şöyle:
Doğukent deprem kuşağından uzak. Maraş'ın fay hattına uzaklığı ne ise Doğukent'in de o. Ama hayır Maraş daha yakın tehlikeye. Eski Maraş tehlikenin ortasında. Yüzyıllar önce geçirdiği depremin izlerini taşır.
Yalan söylüyorsun demiyorum. Yanlış anlama var demek istedim. Canım neden demeyecekmişim. Hakkım olan bir şeyi söylerim. Bak doğrusu şöyle:
Doğukent deprem kuşağından uzak. Maraş'ın fay hattına uzaklığı ne ise Doğukent'in de o. Ama hayır Maraş daha yakın tehlikeye. Eski Maraş tehlikenin ortasında. Yüzyıllar önce geçirdiği depremin izlerini taşır.
Doğukent, K. Maraş’ta CED raporu uygulanan ilk konutlardır.
Bir konutta olması gereken fazlasıyla yerine getirilmiştir.
ÇOCUK
7 Temmuz
öğleden önce
Sıcaklar artıyor, belli öğle yakın.
Bir sürü bekleyen vardı durakta. Otobüs durdu. Allı yeşilli olanlar da vardı. Başörtülü ve başörtüsü olmayan kızlar.
Okulun önünde kadın ve çocuğu binmeden önce kadın sordu: Çocuk hastanesine gider mi? Gider cevabını alınca bindi. Bekleyenlerin çoğu da bindiler. Ellerindeki kalem, araç gereçlerden sınavdan çıktıkları belliydi.
Kalabalık. Genç anne, çocuğu tutuyor. Çocuğagel ediyorum, ama çocuk çekimser. Daha doğrusu isteksiz. Her halinden hasta olduğunu belli. Bakışları durgun ve aynı noktaya bakıyor. Ayakta zor duruyor, belli. Titremesinden belli. Gel gel’erime aldırış etmeyen, en azından takat gösteremeyen çocuğu bir hamlede kendime çektim ve dizlerime oturttum.
Adın nedir?
Alperen.
Kaç yaşındasın.
Sekiz, diyor çocuk.
Ne sevimli şeysin sen. diyorum.
Çocuk oralı değil. Belli, başının derdinde. Elimi alnına sürüyorum. Aman Allah’ım ne kadar da ateşi var. Bacaklarımda sıcaklık hissediyorum.
Şimdi bacaklarımda daha başka sıcaklık hissediyorum. Ayağımın altında bir yaşlık görüyorum. Geri dönüyorum: Akan su, benim ayaklarımın altında. Çocuk kusmuş. Anne yan koltuktan kalkıyor ve poşet ve peçete getiriyor. Islak mendil veriyor bana da. Ben berbat olan pantolonumu temizlemeden önce genç anne kucağımdaki çocuğun kusmuklarını temizliyor.
Genç kadın mırıldanıyor. Suçlandığı belli. Ne var bunda suçlanacak, herkesin başına gelebilirdi, demiyorum ama düşünüyorum. İçimdeki bu cümleleri geliştirerek sonra söyleyeceğim.
Anne çocuğu yanına alıyor.
İnenler oldu, otobüs sakinleşti ve ben içimdeki cümlelerin söylenme zamanı geldi, diye düşünüyorum.
Gülümseyerek kadına dönüyorum: Esef etme. Benim pantolonumun batması önemli değil. Yavrunun kustuğu bir bakıma iyi oldu. İyi oldu çünkü ateşi düştü ve rahatladı. Önce bacaklarımda hissediyordum sıcaklığını ama artık sıcaklık yok.
Kadın seviniyor.
ŞEREF TURHAN VE IŞIK GAZETESİ
30 Temmuz 2012 Pazartesi
25 temmuz
Özen'le görüşüyorum. Merhum, Şeref Turhan’ın oğlu Özen. 13 sene önce vefat eden babasını unutamıyor Özen.
Neden bir parka ismi verilmedi, diyor.
Ben de Özen gibi düşünüyorum. İkimizin dışında aynı görüşü taşıyanlar var elbette.
Şeref Turhan güçlü bir şairdi. Bu, yalnız benim görüşüm değil, şiirden anlayan çokları beğenirdi onu. Hani şiirini okuduğumuzda başka şirini aradığımız şairlerdendi Şeref Turhan.
Özen’in düşünceler çok güzel. Yerinde bir tespit, yerinde bir söylem. Ama duyan kim. Değer ölçen nerede? İsimleri parklara, cadde sokaklara vesair yerlere verilen sanat adamlarını, düşünürleri küçümsemiyorum, diyor Özen. Ben de öyle. Kimseyi küçümseme hakkımız yok. Doğduğu, yaşadığı sokağa, hani eve gidip gelirken gördüğümüz sokağa verilseydi bile, diye ekliyor Özen. Gam yemezdik. Sağ olsunlar gazeteci arkadaşlar, babamın dostları çok uğraştılar. Uğraşma hak arama şekline dönüştü. Böyle mi olması gerekirdi. Olmamalıydı elbet. Ama istenmeyen oldu işte.
Neden bir parka ismi verilmedi, diyor.
Ben de Özen gibi düşünüyorum. İkimizin dışında aynı görüşü taşıyanlar var elbette.
Şeref Turhan güçlü bir şairdi. Bu, yalnız benim görüşüm değil, şiirden anlayan çokları beğenirdi onu. Hani şiirini okuduğumuzda başka şirini aradığımız şairlerdendi Şeref Turhan.
Özen’in düşünceler çok güzel. Yerinde bir tespit, yerinde bir söylem. Ama duyan kim. Değer ölçen nerede? İsimleri parklara, cadde sokaklara vesair yerlere verilen sanat adamlarını, düşünürleri küçümsemiyorum, diyor Özen. Ben de öyle. Kimseyi küçümseme hakkımız yok. Doğduğu, yaşadığı sokağa, hani eve gidip gelirken gördüğümüz sokağa verilseydi bile, diye ekliyor Özen. Gam yemezdik. Sağ olsunlar gazeteci arkadaşlar, babamın dostları çok uğraştılar. Uğraşma hak arama şekline dönüştü. Böyle mi olması gerekirdi. Olmamalıydı elbet. Ama istenmeyen oldu işte.
Sonra bana dönüyor: Kütüphanede araştırma yapma işinden vaz mı geçeceksin diyor Özen. Hayır, diyorum ben. Ona kütüphaneden geldiğimi söyleyince konuşmasını bırakıyor. Bana bakıyor.
Garipsediği belli. Bu kaçıncı gitmem diyorum. Aradıklarımı bulamıyorum. Aradıklarım, eski tarihli gazeteler. Geçenlerde Serdar bey söyledi, birkaç sene öncesine kadar araştırma yapmış. Aylarca gidip gelmiş kütüphaneye. Elindeki işi bırakıyor. Evet, matbaa sıcak oluyor diyor. Asıl konuya geçmesi uzun sürmüyor. Babam yıl boyunca çıkan gazeteleri her yılın sonunda 7 takım ciltlememi önerirdi. 3 takımını kütüphaneye teslim ederdim. Bir gün soracağım Kütüphane yetkililerine. Işık gazeteleri nerede? Diyeceğim.
Garipsediği belli. Bu kaçıncı gitmem diyorum. Aradıklarımı bulamıyorum. Aradıklarım, eski tarihli gazeteler. Geçenlerde Serdar bey söyledi, birkaç sene öncesine kadar araştırma yapmış. Aylarca gidip gelmiş kütüphaneye. Elindeki işi bırakıyor. Evet, matbaa sıcak oluyor diyor. Asıl konuya geçmesi uzun sürmüyor. Babam yıl boyunca çıkan gazeteleri her yılın sonunda 7 takım ciltlememi önerirdi. 3 takımını kütüphaneye teslim ederdim. Bir gün soracağım Kütüphane yetkililerine. Işık gazeteleri nerede? Diyeceğim.
Hani, Valiğin arşivine göndermişti beni Yılmaz araştırma yapmam için. Oradaki arşiv görevlisi bana: Yakın yıllara kadar duruyordu. Sonra kağıt yapılmak üzere SEKA’ya gönderdik demişti.
semerkand aile
7 Haziran 2012 Perşembe
O gün kaldırımda yürürken gözüme bir kitapçı takıldı. İçeri girdim. Hayırlı olsun, yeni mi açtınız dedim.
Hayır dedi genç adam, yeni de sayılmaz.
Ben neden önce görmemişim, dedim.
Gemç adam bana üçretsiz dergiler verdi oumam için.
Okuyacağım dedim, dergileri aldım. İşyerinin adresini de verdi.
Semarkant ve Semerkant aile dergileri.
Semerkan Aile dergisi kapagındaki çocuk resmi dikkatimi çekti. Ne güzel bir resim bu dedim kendi kendime. Zaten güzelliğine binaen resmi de aladım internetten.
*
Dergiden bir yazıyı buraya alıyorum, tabi dergi sahibinin müsaadeleriyle.
---------------------------------------------------------
Amatör Kalemler
YAZABİLSEYDİM EĞER
Öyle yakışıyor ki size “özlenmek’’; siz dururken gayrısını özlemek, özleyenin hicabıdır olsa olsa. Zaten bu yüzden ben de, cesaret edebilseydim sizi ne kadar özlediğimi yazacaktım. Lakin olmadı. Ne vakit bir yazmak düşlediysem, sustu kalem, indi geceden öte bir koyu gölge kâğıda...
Becerebilseydim, size yanınızda olamayışımı yazacaktım. Biliyorum, hadsizliğin en son haddi ‘’Size yazmak’’. Ama olsun. Bağışlayın diyecektim. Herkes kendi işini yapmalı; densizlik benden, bağışlaması sizden...
Gerçekten hissedebilseydim eğer; kirlenmiş, örselenmiş bir yüreğin yazacaklarının yazmaya değer olduğunu, kendimi kandıracaktım. Yani hakikatiyle özleyemeden daha, özlermiş gibi yapacaktım. Kimbilir, en çok da size âşık olanların hasretlerini özleyecektim sonra...
Hayır dedi genç adam, yeni de sayılmaz.
Ben neden önce görmemişim, dedim.
Gemç adam bana üçretsiz dergiler verdi oumam için.
Okuyacağım dedim, dergileri aldım. İşyerinin adresini de verdi.
Semarkant ve Semerkant aile dergileri.
Semerkan Aile dergisi kapagındaki çocuk resmi dikkatimi çekti. Ne güzel bir resim bu dedim kendi kendime. Zaten güzelliğine binaen resmi de aladım internetten.
*
Dergiden bir yazıyı buraya alıyorum, tabi dergi sahibinin müsaadeleriyle.
---------------------------------------------------------
Amatör Kalemler
YAZABİLSEYDİM EĞER
Öyle yakışıyor ki size “özlenmek’’; siz dururken gayrısını özlemek, özleyenin hicabıdır olsa olsa. Zaten bu yüzden ben de, cesaret edebilseydim sizi ne kadar özlediğimi yazacaktım. Lakin olmadı. Ne vakit bir yazmak düşlediysem, sustu kalem, indi geceden öte bir koyu gölge kâğıda...
Becerebilseydim, size yanınızda olamayışımı yazacaktım. Biliyorum, hadsizliğin en son haddi ‘’Size yazmak’’. Ama olsun. Bağışlayın diyecektim. Herkes kendi işini yapmalı; densizlik benden, bağışlaması sizden...
Gerçekten hissedebilseydim eğer; kirlenmiş, örselenmiş bir yüreğin yazacaklarının yazmaya değer olduğunu, kendimi kandıracaktım. Yani hakikatiyle özleyemeden daha, özlermiş gibi yapacaktım. Kimbilir, en çok da size âşık olanların hasretlerini özleyecektim sonra...
Uyanabilseydim bir gece yarısı, şöyle en koyusunda uykunun; gözyaşı kıvamında. Kan ter içinde, onulmaz yaralardan derlenmiş bir çocukluk hatırasındaki kadar savunmasız. İsminizi sayıklayan sesimi daha önce hiç bu kadar çaresiz duymamış oluşuma sevinebilseydim. Ve dahî hiç kimseyi bu kadar yanımda istemeyişimle o uykuda, anneleri babaları kıskandırabilseydim...
Dinleyebilseydim bütün nâmelerin kırılma noktasında, billur ırmakların bile benzemekten âciz kaldığı o târifsiz, o tahayyüle sığmaz sesinizi... Bu çocukluğumdan beri tutmaya çalışmaktan vazgeçemediğim kar tanelerinin her birinde, onu taşıyan meleğin size de uğradığını farkedebilseydim... Doymak nedir bilmeyen bu felâketimin çığırtkanı nefsime ağır gelen ne varsa, her zerresini varlığınız nimetinde eritebilseydim... Her günü bir ömür, her ömrü bir an edebilseydim bu dar vakitlerin saatlere her hapsoluşunda... Avuçlarımdaki bütün cam kırıklarını semâya salıverip; ne varsa acıya dâir, hepsini yalanlayıp uçurtmalarımı başucuma koyabilseydim... Sonra uyumayı ödül bilseydim yerin altındaki yatağıma duânızla usulca...
Hülasa,
Becerebilseydim bunlardan en az birini,
Ben de yazacaktım.
Olmadı....
kilisenin kadını
15 Ağustos
Babamın yönü köye. Öğleye (namaza )yetişebilir miyim diyor bana. � yetişebilirsin � diye yüreklendiriyorum onu. �Yetişebilirsin babacığım diye ekliyorum sonra.�
Bir bayırdan ineceğiz.
�Sen buradan inemezsin' diye şakaca takılıyorum ona.
�İnebilirim, ben zayıfım', diyor babam.
Minnet/rica verdiğimi avuçlarında sıkıyor. �Anneme selam söyle !' diyorum ona.
AKŞAM
Hafızası yerinde, sıhhati yerinde olsa da, 73 yaşın verdiği bir burukluk gözlemek mümkündür iyice bakınca yüzüne. Elleri de dahil bir titremenin olmadığına eminim. Belindeki hafif büküklük zayıf ve uzun boylu babamı oldukça küçültüyor. (Küçük gösteriyor).
GECE
Ondan ayrılırken, ben; �emrin var mı?' demiş, �asıl senin bir diyeceğin var mı?' cevabımı almıştım.
�Var' demeliydim. Demedim. O an için düşünemedim. Onunla köye gitmeliydim. Gece köyde kalmalı, onun anlatacaklarından bir/kaç öykü temeli oluşturmalıydım.
Meryıl , öykümü ona borçluyum. Babam anlatmıştı. En sevdiğim öykülerden biri Meryıl.
Kilisenin çocuğu, ilerleyen yıllarda genç kızı ve kilisenin kadını Meryıl . Doğal bir öykü. Sıradışı. Duyduğuma göre Döngele'de dört kilise varmış. Bunları babamdan öğrendim. Ben birini bilirdim. (Bir olarak biliyordum). Hiç olmazsa kalanlarını da öğrenebilirdim babamdan.
Geceleri gördüklerim kabus mu, al basması mı? Nasıl dayanılır gördüklerime?
Canım babam, seni yedi yılın sonunda görmez biri olarak telakki ediyorum. Karşımda sen, gözlerimde yaş yani kararan dünya.
-
günlük, büyük BOLU depreminin
bir gün öncesi (15 Ağustos 1997)
BAŞKONUŞ'ta geçer
-
Babamın yönü köye. Öğleye (namaza )yetişebilir miyim diyor bana. � yetişebilirsin � diye yüreklendiriyorum onu. �Yetişebilirsin babacığım diye ekliyorum sonra.�
Bir bayırdan ineceğiz.
�Sen buradan inemezsin' diye şakaca takılıyorum ona.
�İnebilirim, ben zayıfım', diyor babam.
Minnet/rica verdiğimi avuçlarında sıkıyor. �Anneme selam söyle !' diyorum ona.
AKŞAM
Hafızası yerinde, sıhhati yerinde olsa da, 73 yaşın verdiği bir burukluk gözlemek mümkündür iyice bakınca yüzüne. Elleri de dahil bir titremenin olmadığına eminim. Belindeki hafif büküklük zayıf ve uzun boylu babamı oldukça küçültüyor. (Küçük gösteriyor).
GECE
Ondan ayrılırken, ben; �emrin var mı?' demiş, �asıl senin bir diyeceğin var mı?' cevabımı almıştım.
�Var' demeliydim. Demedim. O an için düşünemedim. Onunla köye gitmeliydim. Gece köyde kalmalı, onun anlatacaklarından bir/kaç öykü temeli oluşturmalıydım.
Meryıl , öykümü ona borçluyum. Babam anlatmıştı. En sevdiğim öykülerden biri Meryıl.
Kilisenin çocuğu, ilerleyen yıllarda genç kızı ve kilisenin kadını Meryıl . Doğal bir öykü. Sıradışı. Duyduğuma göre Döngele'de dört kilise varmış. Bunları babamdan öğrendim. Ben birini bilirdim. (Bir olarak biliyordum). Hiç olmazsa kalanlarını da öğrenebilirdim babamdan.
Geceleri gördüklerim kabus mu, al basması mı? Nasıl dayanılır gördüklerime?
Canım babam, seni yedi yılın sonunda görmez biri olarak telakki ediyorum. Karşımda sen, gözlerimde yaş yani kararan dünya.
-
günlük, büyük BOLU depreminin
bir gün öncesi (15 Ağustos 1997)
BAŞKONUŞ'ta geçer
-
Posted 8th July 2009 by AKN
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 1
26 Haziran, cuma
Akşam
İstanbul’a gitmek için otobüsle yola çıkıyorum. Bayanım, benden 1 gün sonra çıkacak ve uçakla gelecek, oğlumun evinde buluşacağız.
*
27 Haziran, cumartesi
Kuşluk
15 saat süren otobüs yolculuğundan sonra İstanbul’dayım.
Oğlum beni karşılıyor.
Ona, "beni bırak, anneni karşıla. " diyorum.
Diyorum ama hanımım, hava limanında bir arkadaşımın karısıyla tanışıyor. Hanımımı eve yakın bir yere bırakıyorlar.
*
ÜSKÜDAR
Bir kahvehaneye oturuyorum.
İnsanlar önümdeki kaldırımdan geçiyorlar, sonra masalara oturuyor, kimi gazetesini okuyor, kimi simidini yiyor, kimi de çok yakında olduğu halde görünmeyen denize bakıp düşünüyor.
Velhasıl aşinası olmadığım insanlar.
Çınaraltında biri dikkatimi çekti.
Elindeki kitabı okuyor, bazen duruyor kitabın boş yerlerine notlar alıyordu. İyi biliyorum ki aldığı notlar boşuna değildi. İş olsun cinsinden yapmıyordu bunları.
İşte bir yazar, diye düşündüm. İşte bu orta yaşlı adam acı taşımaz gibi geliyor bana. Mutsuzluğu yok edilemeyen biri.
Bilmiyorum neden bu kanıya vardım? Bu zamanda acı taşımayan birini bulmak olası mı? Bir çay daha içmem gerekiyor. İşte böyle düşündüm. Kalkıyorum. İnsanlar geçiyor çevremden. Nereye gideceğimi biliyor muyum? Acaba hangi yöne gitsem?
*
ÖĞLEYE DOĞRU
Artık evdeyiz.
Hanımım, hava limanında teyzesinin kızı Helana ile karşılaşmış. Yanında torunu varmış. Çocuk 1.5 / 2 yaşlarındaymış. Annesini kaybeden çocuk fena şekilde huysuzluk yapıyormuş. Helana, zaman zaman sinir krizi geçirirmiş. İstanbul’daki varlıklı ablası, “Yanımıza gel, istediğin kadar bizimle kalırsın, dinlenirsin, üzerinde oluşan stresi atarsın. Yazlıktayız. Tatil yaparsın. Senin torunun H. Can, benim torunumla oynarlar.” demiş Helana’ya. Yani bunları Çavuş abi'min karısı demiş. Asıl adı Yunus olsa da biz ona çocukluğumuzda böyle hitap ederdik. Birlikte öğrencilik yaptık yine bu sıfatı kullandık onu çağırdığımızda. Ankara’da, üniversite öğrencisiyken Çavuş abim kaza geçirdi. Kazada ölenler oldu. O, hassas bir organı olan gözünden yaralandı. Hergün güzel bir şekilde gözünü temizlerdim. Demek istediğim şu: Kısa süren İstanbul günlerinde onun beni aramasını bekledim.
*
Öğleden sonra
Eve Karal isminde bir kız geliyor. Karal Kostarikalı. Orta boylu, etine dolgun. Koyu beyez ama mat olmayan badana rengine benzer aydınlık bir yüze sahip. Karal'ın ülkesi 4/5 milyon nüfusa sahipmiş. İstanbul'un 1/3 'ü kadar. Karal, Faruk'un işyerine gelmiş. Türkiye’deki şirketin uzantısı da Karal'ın ülkesinde bulunuyormuş. Kostarika'dan İstanbul'a bilgi alış verişi için gelmiş. Faruk'un bölümünde kalmış hep. İstanbul’da kalış süresince ilgilenmeye, ona İstanbul’u tanıtmaya Faruk görevliymiş.
Artık odada 4 kişiyiz. Ben, hanımım, Faruk ve Karal.
Karal için düşündüklerimizi Faruk aracılığı ile genç kıza sorduk. İstanbul’u ve insanlarını çok sevmiş. Bize ülkesinden bahsetti. Karal'a memleketten getirdiği yiyeceklerden ikram etti hanımım. Karal dolmayı ve sarmayı severek yedi. Sonra da dondurma. Karal dondurmayı çok sevdi. 2. defa istedi. Ayrılırken hanımımla birbirine sarıldılar. Uzun yıllar birlikte kalmışlar gibi ayrılıkları zor oldu.
Hanımım Karal’ı çok sevdi. Sonra Faruk’a demiş ki: “Türkiye’de bir annem olmasını isterdim.” *
Posted 23rd July 2009 by AKN
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 2
*
8 Haziran, pazar
Faruk’un öncülüğünde İstanbul’un bazı yerlerini geziyoruz. Sultanahmet’ten öte Ayasofya beni büyülüyor.
Ayasofya, 918 yıl kilise olarak kalıyor. Akabinde 482 yıl da cami olarak kullanıldıktan sonra, 1935 tarihinde müze olarak dünya insanının beğenisine sunuluyor.
Ayasofya’nın girişinde ip doğruluğunda sıralanmış insanlar görüyoruz. Çeşitli ulusun insanları kendilerine bilet edinmek, sonrasında dünyanın harikası yapıyı görebilmek için bu meşakatli yolu seçmişler. Başka da seçenek yok. Olsun. Onlar bu meşakatten memnunlar. Memnunlar keza az sonra, daha önce memleketlerinden övgüsünü aldıkları atalarının mabedini görecekler.
Ziyaretçilerin birçoğu hayranlıkla geziyor, gözünün düştüğü her yerden anlam çıkarıyorlar.
Şimdi, birbirilerinden mutlanmış, binlerle ifade edilen kalabalıklarla beraberiz içeride. Bu eski mabedin yapımına hayran olmamak elde değil. Kişiler, bu Mabedi (belki) atalarının sandıklarından bu kadar önem vererek atıyorlar adımlarını. Haklılar da. Kişiler yaşadıklarına inanmıyorlar burayı görünce. Yani atalarının yapısını görünce. Onların ve benim atalarımızın yapısı. Benim atalarım, Mabed'i ihata duvarlarla, minarelerle (gizli bağlantı) desteklemeseydi bu güne gelecek miydi Mabet?
Peki daha önce neden net bilgiler verilmedi bize? Şimdi kendimi sisler içinde kalmışlar gibi hissediyorum.
İçi 20 ton gümüşle süslüymüş yapıldığında. Şimdi nerede? Atalarının Mabed'e koyduğu gümüşleri onların torunları gasbetmiş. Değerli taşları da… Haçlı seferlerinde olmuş bunlar.
*
MABET HAKKINDA BİLDİKLERİM
Önceleri Mabede 9 büyük kapıdan giriliyormuş.
Ayasofya'nın bina olarak kapladığı alan 77 metre uzunlukta ve 70 / 71 metre genişlikte bir yerdir. Önceleri binanın geniş bir avlusu vardı. Avlunun etrafında revaklar, ortasında ise aslan ağzından su akan bir çeşme bulunuyordu.
Kubbe: 33 metre çapında, 55.60 metre yüksekliğindedir. Kubbe 40 pencerelidir. Yapıyı 107 sütun ayakta tutar. Sütunların 40 tanesi alt, 67'si de üst kısımdadır.Yapıya, depremlere karşı esneklik ve dayanıklılık verilmek için bina zeminine geniş sarnıçlar yapılmış, bunların içine büyük fil ayakları dikilmiştir. Boyutlarındaki ihtişamı iç süslemelerinde de görmek mümkündür. Daha doğrusu Haçlı yıkımına uğrayıncaya kadar öyle idi. Türklerin onarımından sonra Türk sanatının inceliği onu yine essiz bir anıt yaptı.
Ayasofya'nın içi, Latinlerin işgalinden önce, mozaikler, renkli mermerler, fildişi levhalar, altın, gümüş ve diğer kıymetli taslarla ve işlemeli kumaşlarla süslüymüş. Tavanlarında altın zemin üzerinde dekoratif göbekler, rozetler, gümüş mozaikler varmış. İnsan resmi taşıyan mozaikler de bulunuyormuş. Halen yerinde duran büyük kapının üzerindeki mozaik, taht üzerinde oturan Meryem'i, kucağındaki çocuk ise Hz. İsa'yı temsil ediyor. Kubbenin altında ve orta yerde duran, fildişinden yapılmış ve değerli taşlarla süslenmiş bir kürsü varmış. Mihrabın önünde de üzeri altın yaldızlı gümüş bir bölme bulunuyormuş. Gümüş kaplamalar ve mozaikler günün her Saatinde bir başka yönden süzülen ışıkla pırıl pırıl olurmuş.
Tarihçiler Ayasofya'da bulunan gümüş kaplamaların ve süslerin 20 bin kilocivarında olduğunu yazarlar. O devirde, yeryüzünde böyle muhteşem ve görkemli bir mabet olmadığı kesindir.
Zamanın bir elçisi hükümdarna Ayasofya'yı söyle anlatır: ''Acaba gökte miyiz? diye düşündük, çünkü yeryüzünde böyle bir ihtişamı insan tasavvur edemez. Gördüklerimizi size tarif etmekten aciziz.''
*
Şimdi Ayasofya’nın güney duvarının önündeyim. Altımdaki asırlık ağaçların ilerisindeki boğazı seyrediyorum.
Ayasofya’nın rahmetli Özal’ın zamanında ibadete açılan kısımdan içeri giriyoruz. Resmi olmayan görevlinin bakışları altında çoraplarımızla kırmızı-temiz halılarda geziniyoruz.
*
8 Haziran, pazar
Faruk’un öncülüğünde İstanbul’un bazı yerlerini geziyoruz. Sultanahmet’ten öte Ayasofya beni büyülüyor.
Ayasofya, 918 yıl kilise olarak kalıyor. Akabinde 482 yıl da cami olarak kullanıldıktan sonra, 1935 tarihinde müze olarak dünya insanının beğenisine sunuluyor.
Ayasofya’nın girişinde ip doğruluğunda sıralanmış insanlar görüyoruz. Çeşitli ulusun insanları kendilerine bilet edinmek, sonrasında dünyanın harikası yapıyı görebilmek için bu meşakatli yolu seçmişler. Başka da seçenek yok. Olsun. Onlar bu meşakatten memnunlar. Memnunlar keza az sonra, daha önce memleketlerinden övgüsünü aldıkları atalarının mabedini görecekler.
Ziyaretçilerin birçoğu hayranlıkla geziyor, gözünün düştüğü her yerden anlam çıkarıyorlar.
Şimdi, birbirilerinden mutlanmış, binlerle ifade edilen kalabalıklarla beraberiz içeride. Bu eski mabedin yapımına hayran olmamak elde değil. Kişiler, bu Mabedi (belki) atalarının sandıklarından bu kadar önem vererek atıyorlar adımlarını. Haklılar da. Kişiler yaşadıklarına inanmıyorlar burayı görünce. Yani atalarının yapısını görünce. Onların ve benim atalarımızın yapısı. Benim atalarım, Mabed'i ihata duvarlarla, minarelerle (gizli bağlantı) desteklemeseydi bu güne gelecek miydi Mabet?
Peki daha önce neden net bilgiler verilmedi bize? Şimdi kendimi sisler içinde kalmışlar gibi hissediyorum.
İçi 20 ton gümüşle süslüymüş yapıldığında. Şimdi nerede? Atalarının Mabed'e koyduğu gümüşleri onların torunları gasbetmiş. Değerli taşları da… Haçlı seferlerinde olmuş bunlar.
*
MABET HAKKINDA BİLDİKLERİM
Önceleri Mabede 9 büyük kapıdan giriliyormuş.
Ayasofya'nın bina olarak kapladığı alan 77 metre uzunlukta ve 70 / 71 metre genişlikte bir yerdir. Önceleri binanın geniş bir avlusu vardı. Avlunun etrafında revaklar, ortasında ise aslan ağzından su akan bir çeşme bulunuyordu.
Kubbe: 33 metre çapında, 55.60 metre yüksekliğindedir. Kubbe 40 pencerelidir. Yapıyı 107 sütun ayakta tutar. Sütunların 40 tanesi alt, 67'si de üst kısımdadır.Yapıya, depremlere karşı esneklik ve dayanıklılık verilmek için bina zeminine geniş sarnıçlar yapılmış, bunların içine büyük fil ayakları dikilmiştir. Boyutlarındaki ihtişamı iç süslemelerinde de görmek mümkündür. Daha doğrusu Haçlı yıkımına uğrayıncaya kadar öyle idi. Türklerin onarımından sonra Türk sanatının inceliği onu yine essiz bir anıt yaptı.
Ayasofya'nın içi, Latinlerin işgalinden önce, mozaikler, renkli mermerler, fildişi levhalar, altın, gümüş ve diğer kıymetli taslarla ve işlemeli kumaşlarla süslüymüş. Tavanlarında altın zemin üzerinde dekoratif göbekler, rozetler, gümüş mozaikler varmış. İnsan resmi taşıyan mozaikler de bulunuyormuş. Halen yerinde duran büyük kapının üzerindeki mozaik, taht üzerinde oturan Meryem'i, kucağındaki çocuk ise Hz. İsa'yı temsil ediyor. Kubbenin altında ve orta yerde duran, fildişinden yapılmış ve değerli taşlarla süslenmiş bir kürsü varmış. Mihrabın önünde de üzeri altın yaldızlı gümüş bir bölme bulunuyormuş. Gümüş kaplamalar ve mozaikler günün her Saatinde bir başka yönden süzülen ışıkla pırıl pırıl olurmuş.
Tarihçiler Ayasofya'da bulunan gümüş kaplamaların ve süslerin 20 bin kilocivarında olduğunu yazarlar. O devirde, yeryüzünde böyle muhteşem ve görkemli bir mabet olmadığı kesindir.
Zamanın bir elçisi hükümdarna Ayasofya'yı söyle anlatır: ''Acaba gökte miyiz? diye düşündük, çünkü yeryüzünde böyle bir ihtişamı insan tasavvur edemez. Gördüklerimizi size tarif etmekten aciziz.''
*
Şimdi Ayasofya’nın güney duvarının önündeyim. Altımdaki asırlık ağaçların ilerisindeki boğazı seyrediyorum.
Ayasofya’nın rahmetli Özal’ın zamanında ibadete açılan kısımdan içeri giriyoruz. Resmi olmayan görevlinin bakışları altında çoraplarımızla kırmızı-temiz halılarda geziniyoruz.
*
Posted 23rd July 2009 by AKN
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 3
*ÖĞLE SONRASI (28 Haziran)
TOPKAPI SARAYI
Kimse kimseyi aldatmayı düşünemez burada. Şimdi durduk yerde bu da nereden çıktı denilebilir. Evet düşünemez, keza herkesin düşünceleri aynı yere yüklü. Biribirlerine ecinilerce düşünmek gelmez kimsenin aklına. Gelse de kimsenin hoşuna gitmez. Şimdi düşünceler gibi her şeyde yalnızlık aranır.
Dünya uluslarının insanlarına karışıp, kimseyi incitmeden buraları geziyoruz. Tarih kitaplarında okuduklarımızın ötesinde güzelliklerle karşılaşıyor ve duygulanıyoruz.
*
İKİNDİ SONRASI (28 Haziran)
SULTANAHMET
Önceden defalarca övgüsünü aldığım, çocukluğumda da düşüncesizce gezdiğim bu yapıyı alıcı gözle ve manalıca gezmem ikindi sonrasına kalıyor.
Sultan Ahmet Camii, 1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihi yarımadada yaptırılmıştır. Birçoklarının sandığı gibi, yapının mimarı Mimar Sinan değil, Sedefkâr Mehmet Ağa' dır. Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle yapıldığı, ana kubbesi ve diğer yardımcı kubbelerin içi de mavi ağırlıklı işlemelerle süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır.
Camide 20.000'i aşkın İznik çinisi kullanılmıştır.
Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 260 pencereyle aydınlatılmıştır.
Halıların serili olduğu ibadet edilen bölümün yaklaşık ¼ ü (giriş kısmı) zincirlerle çevrili. İbadet etmeyenler buraya giremez. Sayıları bini bulan yerli ve yabancı ziyaretçiler zincirlerin gerisinde resim çekmekte ve hayranlıklarını gizleyememekte oldukları yüzlerinden anlaşılmaktadır.
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 4
29 Haziran
İki gün üst üste aşinası olmadığım kentin hastanesine gidiyorum. Güler yüzle karşılanıyorum görevliler tarafından.
Doktor, “sen hasta değilsin” diyor ve ayrılıyorum.
*
30 Haziran
Uyanışım güneşten çok önce oluyor.
Uzaktaki camilerden sesler geliyor. Sesler artıyor, birbirine karışıyor. Hazırlanıyor ve iniyorum.
Apartmana bekçilik yapan iki köpek, kapı önüne sağlı sollu yatmışlar. Yol tamamıyla kapalı. Endişelenmem kısa sürüyor. Kısa sürüyor keza, akıllı varlıkların biri doğuya biri batıya sürünerek yolumu açıyorlar.
Yürürken içinde bulunduğum anı düşünüyorum. Her bir şey daha net. Günün Çarşamba olduğunu zorlansam da biliyorum. Yani zamanın neresinde olduğumu biliyorum. Bu da en iyisi. Zaman zaman da olsa düşüncelerimde bir tutarsızlık sezmiyorum. Geçici bir ikilem içinde olduğumu da (değilim). Şimdi hafızam daha canlı, daha zindeyim. Günleri, en önemlisi de zamanı yitirmek istemiyorum.
Mabet görünüyor.
Girişteki öğrenciye mabedin adını soruyorum. “Çamlıca” diyor genç adam.
Tahminimin ötesinde saflarla karşılaşıyorum mabette. Gençlerin çokluğu beni gönendiriyor.
Dönüşte martıların çığlıkları, kara kargaların çoklukları ve bağırtıları dikkatimi çekiyor. İlk defa bu kadar yakından görüyorum onları. Sabahın serinliğinde ayağımın çevresinden yürüyorlar. Sonra uçuyorlar ama başkaları geliyor yanıma.
----------------------
Posted 23rd July 2009 by AKN
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 5
*
ÖĞLEDEN SONRA (30 Haziran)
Yerimde duramıyorum. İçimdeki sesin telkinlerini dinliyorum. “Gitmeden önce o güzellikleri bir daha görmelisin” diyor içimdeki ses. Ben de; “Evet bir değil, birkaç defa daha görmeliyim. Ama anlamlıca. Yani boş gözlerle değil. Dolu dolu bakmalıyım gördüklerime.
1 ve 2 temmuz tarihlerinde yalnız gidiyorum buralara. 2. defa geziyorum Ayasofya’yı. 3. defa girmek istesem de, geri çevriliyorum. Kartım müsaade etmiyor. Belli bir zamanın dolması lazımmış.
Ayasofya'ya 2. defa girişimde, tonlar ağırlığındaki mermer bloklarının zeminden metrelerce yukarılara ustaca çıkarılışına anlam vermeğe çalışıyorum. Yasal yollardan (kişiler zorlanmadan ya da onlara cebr kullanılmadan) bu işin yapılacağı bana anlamlı gelmiyor. 6. Asrın teknolojisi ile 5 yılda böyle bir Mabedin yapılacağını kim düşünebilir?
Yoruluyor ve meydandaki (Sultanahmet meydanı) çimlerde dinleniyorum. Hintli olduklarını sandıklarım çift yanıma oturuyor. Önce, çantalarından çıkarttıklarını yiyorlar, sonra da resimlerini çekmemi istiyorlar.
*
Şu var ki, benim atalarımın eserlerindeki incelik Ayasofya’da yok. 5 yıldan daha uzun zamanda bitirilen atalarımın eserleri (Sultanahmet, Süleymaniye ve diğerleri…) mermerlere verilen incelikle hembütündür. Kişi mermerin konuştuğunu zanneder zaman zaman.
*
ÖĞLEDEN SONRA (30 Haziran)
Yerimde duramıyorum. İçimdeki sesin telkinlerini dinliyorum. “Gitmeden önce o güzellikleri bir daha görmelisin” diyor içimdeki ses. Ben de; “Evet bir değil, birkaç defa daha görmeliyim. Ama anlamlıca. Yani boş gözlerle değil. Dolu dolu bakmalıyım gördüklerime.
1 ve 2 temmuz tarihlerinde yalnız gidiyorum buralara. 2. defa geziyorum Ayasofya’yı. 3. defa girmek istesem de, geri çevriliyorum. Kartım müsaade etmiyor. Belli bir zamanın dolması lazımmış.
Ayasofya'ya 2. defa girişimde, tonlar ağırlığındaki mermer bloklarının zeminden metrelerce yukarılara ustaca çıkarılışına anlam vermeğe çalışıyorum. Yasal yollardan (kişiler zorlanmadan ya da onlara cebr kullanılmadan) bu işin yapılacağı bana anlamlı gelmiyor. 6. Asrın teknolojisi ile 5 yılda böyle bir Mabedin yapılacağını kim düşünebilir?
Yoruluyor ve meydandaki (Sultanahmet meydanı) çimlerde dinleniyorum. Hintli olduklarını sandıklarım çift yanıma oturuyor. Önce, çantalarından çıkarttıklarını yiyorlar, sonra da resimlerini çekmemi istiyorlar.
*
Şu var ki, benim atalarımın eserlerindeki incelik Ayasofya’da yok. 5 yıldan daha uzun zamanda bitirilen atalarımın eserleri (Sultanahmet, Süleymaniye ve diğerleri…) mermerlere verilen incelikle hembütündür. Kişi mermerin konuştuğunu zanneder zaman zaman.
*
Posted 23rd July 2009 by AKN
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ 6
*
3 temmuz Cuma / Üsküdar
KUŞLUK
Artık ayrılma zamanım geldi bu şehirden.
Daha başka yerleri gezmek amacıyla çıkıyoruz.
Üsküdar'da bayanım bir dondurmacı ile konuşuyor. Kişinin uzaklarda böyle birini bulması, tanımadığı dondurmacının tezgahında kentinin adını okuyunca o insana yaklaşması, sorması ona içindekileri dökmesi, akabinde doyurucu bilgiler alması, kişiyi rahatlatır.
Faruk geldiğinde soruyor:
“Annem nerde?”
“İşte geliyor," diyorum Faruk’a.
ÖĞLE
Süleymaniye’de cumayı eda etmek elbette güzel. Ruha giren manevi haz…
Cami tatilatta olduğundan az bir bölümü açık. Bu nedenle bahçeye serilen kilimler üzerindeki saflara kendimize yer buluyoruz.
Bir Japon kadını sürekli cemaatle meşgul. Makinesını çıkarıyor. Önce safların fotoğrarını alıyor. Sonra vidosunu. Sonra da kalem kağıt çıkarıyor, notunu alıyor. Namaz sonrası kalabalık kayboluyor. Bizikiler uzaklaştı bile. Onun görevi henüz bitmemiş ki, onu caminin ibadete açık kısmını incelerken görüyorum. Burada da önceki yöntemi uyguluyor.
ÖĞLE SONRASI
Eyüp'teyiz.
Onun türbesini gezerken duygulanmamak elde değil. Onu Ashabın en ileri gelenlerinden bilirim. İçten inanmış biri. vatanından binlerce kilometre uzağa gelerek bu şehre yerleşmesinin boşuna olmadığını düşünüyorum.
*
Posted 23rd July 2009 by AKN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)